Avrupa Türkiye'den vazgeçemez

Avrupa Türkiye'den vazgeçemez

Türkiye'nin değişim sürecinde olduğunu ve demokratikleştiğini ifade eden Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Danışma Kurulu Başkanı Hüsamettin Kavi; Türkiye'nin...

Türkiye'nin değişim sürecinde olduğunu ve demokratikleştiğini ifade eden Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Danışma Kurulu Başkanı Hüsamettin Kavi; Türkiye'nin küresel alanda yükselişine dikkat çekerek, "AB artık Türkiye'den kopamaz" diyor

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti. 16 Ocak'ta İstanbul'da başlayan resmi açılışı 2 Şubat'ta Avrupa'nın başkenti Brüksel'deki tanıtım toplantısı izledi. Avrupa Parlamentosu'nda 600'e yakın davetli İstanbul'un büyüsünü gördü. Bu çalışmanın mimarlarından birisi de bir işadamı, İstanbul Sanayi Odası önceki dönem Başkanı Hüsamettin Kavi. Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Danışma Kurulu Başkanı Kavi ile İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olmasının anlamından kültür ve sanatın nasıl toplumsallaşacağına, Türkiye'nin yaşadığı değişimden yeni ve sivil bir anayasaya kadar birçok konuyu konuştuk. Kavi'yi dinlerken onun hem İstanbul'a hem de Türkiye'ye olan inancı gerçekten insana umut veriyor.

 

Sizi en son İstanbul Sanayi Odası Başkanı olarak biliyoruz. Ama siz uzun süre sonra karşımıza Avrupa Kültür Başkenti Danışma Kurulu Başkanı olarak çıktınız. Nedir İstanbul'a olan yakın ilginiz?

İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olması konusunu ilk defa 1998'de, o dönemde eşbaşkanlığını yaptığım AB-Türkiye Karma Ekonomik ve Sosyal Komite toplantılarında gündeme getirmiştik. Komitedeki AB kanadı temsilcileri de, bu öneriye ilgiyle yaklaşıp, önerimize destek vermişlerdi. Hatırlanacağı üzere, o yıllar aynı zamanda Türkiye'nin AB'ye tam üyelik yolculuğunun ivme kazandığı bir dönemdi. Bir İstanbullu olarak, AB çalışmalarımız sırasında, İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olması için önerimizi yaparken, dünya ölçeğinde bir metropol olan bu şehrin gündelik yaşamda çok da fark edemediğimiz tarihi, coğrafi zenginliklerinin hatırlatılması, sosyal, kültürel ve ekonomik potansiyelinin tüm İstanbullularca, Avrupalı dostlarımızla birlikte paylaşılabilmesine yönelik olarak kafamda fikirler gelişiyordu. Çünkü sonuçta İstanbul'un elde edeceği başarı tüm Türkiye'nin başarısı olacaktı. Şimdi, bu düşünce ve önerilerimi Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nda arkadaşlarımızla paylaşıyorum. Düşüncem odur ki, hedeflerin hepsini olmasa da büyük bir kısmını hayata geçirmeyi başarabilirsek, İstanbul ve Türkiye için önemli katkılarda bulunacaktır.

Peki neyi ifade ediyor İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti (AKB) olması?

Aslında bu sorunun iki esas yönü var. İlki, Türkiye için ne anlam taşıdığı, ikincisi Avrupa için ne anlama geldiği. İkincisinden, yani Avrupa için ne anlama geldiğinden başlayalım. Bu projeyi 1985'de ortaya atan Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri, Avrupa'yı bir araya getiren şeyin ekonomi ve siyasetle sınırlı olmadığına, daha derinde Avrupa'yı bir arada tutan şeyin ne olduğuna cevap vermiş. Çünkü Avrupa'daki birçok ülke geçmişte birbirleri ile savaşan ülkeler. Tek renk, tek kimlik değil. Mercouri 500 milyondan fazla insanı bir araya getirebilecek en güçlü bağlardan birinin, kültür ve sanat olduğunu ifade ediyor. Ve Kültür Başkentliği Projesi böylece gündeme geliyor. 25 yıldır bu proje uygulanıyor ve her yıl farklı AB üyesi ülkelerin şehirlerine AKB unvanı veriliyor. Ve bu proje Avrupa'nın farklı ülkelerinin birbirini tanımasına çok büyük katkı sunmuştur.

TÜRKİYE'NİN SORUN DÜNYAYA GEÇ AÇILMASI

Türkiye için ne ifade ediyor?

Türkiye özel bir ülke. Toplumun öncelikli değerleri, yaşam alışkanlıkları, gelenekleri, inançları boyutunda baktığınızda, AB tarlasında farklı bir çiçek olarak görünüyor. 72 milyonluk nüfusu, coğrafi olarak konumu ve binlerce yıllık tarihine baktığımızda Avrupa için gözden çıkarılabilecek, göz ardı edilebilecek bir ülke değil. Nitekim 1960'larda başlattığımız üyelik macerası Avrupa tarafından reddedilmemiş. Bu açıdan Türkiye'nin sorunu şu: Türkiye'nin önüne bu farklılığını ve bu farklılıktan doğmuş zenginliklerini anlatacağı yeterince fırsat çıkmamış. Ama şunu da hemen eklemek lazım, çıkanları da iyi kullanamamış.

Nasıl yanı?

Yani kendimizi dışarıya anlatmamışız. Çünkü Türkiye 1982'ye kadar ne yazık ki içine kapalı bir toplumdu. Ne zaman ki açık toplum olmaya adım attık, dünyaya ihracat yapmaya başladık, o zaman kendimizi dışarıya anlatmaya başladık. Bu açıdan Türkiye kendini dünyaya açalı çok fazla zaman olmadı. Ondan önce Türkiye içe kapalı, kendi pişirdiğini kendi yiyen bir ülke. Yani uluslararası pazarda değeri yeni yeni yükselen bir ülke Türkiye. İşte İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması, sadece İstanbul'un tanınması açısından değil, Türkiye'nin tanıtımı için de önemlidir. Böylece Türkiye'nin ve İstanbul'un marka değeri yavaş yavaş hak ettiği yere gelecek. Şunu unutmayalım, Türkiye'nin dışarıya geç açılması bizi her açıdan olumsuz etkilemiştir. Sadece ekonomik olarak değil, siyasi olarak da, kültürel ve sanatsal olarak da. Bu süreçte önemli bir tarihte 1999'da Türkiye'nin AB için adaylığının resmiyet kazanmasıdır.

Ne açıdan önemli?

Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor ki, bu tarihten itibaren artık Türkiye AB'nin kopamayacağı bir ülke haline gelmiştir. Yani artık AB Türkiye'den kopamaz. Sadece yapabileceği üyelik sürecini uzatmaktır ama bu da onlara zarar verecektir. Nitekim AB içinde Türkiye'nin yer almasını istemeyen çevreler bunu AB politikası olarak savunamıyorlar, sadece kendi iç politikalarında kullanıyorlar. Ve şu anda içinde bulunduğumuz süreçte Türkiye'nin marka değeri giderek yükseliyor.

Neden Türkiye'nin üyeliği bu kadar sorun olarak algılanıyor?

Bunun tek sebebi var: Bilgisizlik ve tanımamak. Siz tanımadığınız ve bilmediğiniz zaman korkarsınız. Şu anda Türkiye'ye karşı var olan bakışın nedeni bilgisizlik ve bunun ürettiği korkudur. Oysa bilir ve tanırsanız korkuya gerek kalmaz. İşte bu yüzden İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması önemli. Çünkü bu hem bizim kendimizi, kültür sanat potansiyelimizle, tarihi miras zenginliklerimizle, genç sanatçılarımızla Avrupa'ya tanıtmamız, hem de onların bizi bu yönlerimizle tanıması için bir fırsat. Eğer bu fırsatı iyi değerlendirebilirsek, Avrupa'da bize karşı olan önyargıların kırılması konusunda önemli bir mesafe katetmiş oluruz.

Peki Türkiye için ne ifade ediyor İstanbul'un AKB olması?

Bu soruya cevap vermek için, kültür ve sanat bir toplum için ne anlama gelir, bunu kavramamız gerekir. Kültür ve sanat, ister birey, ister toplum için, temel ihtiyaçların aşılmasından sonra duyulacak yeni ilgi ve gereksinim alanlarıdır. Diğer taraftan, İstanbul gerek 8 bin yılı bulan geçmişi, gerekse üç imparatorluğa yaptığı başkentlik ile kültürel mirasın birikerek çoğaldığı bir şehirdir. Ancak bunun toplumun tümü tarafından eksiksiz olarak algılanması, kabul etmek gerekir ki zamana bağlıdır.

Kültür sanat topluma neden uzak?

Öncelikli olarak kişisel anlamdaki, temel ekonomik ihtiyaçlardır. Sonra barınma ihtiyacınızı gidereceksiniz. İşte bundan sonra çeşitli sosyal ortamlara girecek, farklı sosyal paylaşımların parçası olacaksınız. Kültür ve sanat bu evrede önemli bir halkadır. Böyle bakıldığında 87 yıllık cumhuriyet tarihinde kültür ve sanatı geniş toplumsal kesimlerle buluşturmada ne yazık ki yeterince başarılı olamadık. Bunun başlıca nedeni de, ülkenin ekonomik olarak gelişmemesidir. Yani toplumun sınırlı bir kesimi dışında kültür ve sanat toplumun temel ihtiyaçlarının gerisinde kaldı. Oysa şimdi hem ekonomik hem de sosyal olarak yeni bir orta sınıf oluşuyor ve bu sınıfın önemli bir ilgi alanı da kültür ve sanat. Ve asıl önemlisi, dünyada olduğu gibi, artık ülkemizde de kültür ve sanat, yatırım yapılabilecek bir alan, bir kültür endüstrisi olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Şunu ifade etmek lazım, bu bir süreç. Bu sürecin içinde her şeyin yeri ve zamanı var, bazı şeyler isteniz de daha önce hayata geçirilemiyor.

Kültür ve sanatı nasıl daha geniş kesimlerle buluşturacağız?

Belirttiğim gibi bir yandan Türkiye değiştikçe bu kendiliğinden oluyor. Ama bu sürecin aktif bir şekilde yönetilmesi ve geliştirilmesinin önemli bir ayağı daha var: O da katılımcılık, çoğulculuk. Yani toplumu kültür ve sanat oluşturma sürecinin içine katmak. Sivil toplumun daha çok etkin olması, katılımcılık ve çoğulculuk birçok alanda tam verimli olmasa da hayata geçiyor ama, bunu mutlaka kültür ve sanata da uyarlamamız gerekiyor. Bunun bir yolu kültür ve sanatla ilgilenen vakıfların, derneklerin sayılarının artması. Bu gibi STK'lara toplumun sahip çıkması. Yani kültür ve sanatı korumaktan, kaynak yaratmaya ve yaşatmaya kadar topluma maletmek gerekiyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ile beraber inanıyorum ki, hem toplumun hem de Ankara'nın kültür ve sanata bakışında bir değişim kaçınılmaz olacak.

Mesela...

İstanbul AKB Ajansı Yasası'nda bir Danışma Kurulu var ve 58 kişiden oluşuyor. İçinde toplumun her kesiminden deneyimli, bilgili temsilciler var. Kamusundan özeline, sanatçısından STK temsilcisine, üniversite temsilcilerine kadar. Yani çoğulcu ve katılımcı bir Danışma Kurulu. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu; Danışma Kurulu'na her ay çalışmaları hakkında bilgi veriyor, görüş ve öneriler paylaşılıyor. Ben, bugüne kadar elde etmiş olduğum deneyimimle şunu söyleyebiliyorum. Böyle çoğulcu ve katılımcı bir yapıyı, bir yönetişim örneğini ilk kez uyguluyoruz.

 

 

Demokratik açılım hükümetin değil bütün ülkenin meselesidir

 

Demokratik açılım hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye'nin bu sorunu aşması ve demokratik açılımı ba0şarıya ulaştırması lazımdır. Sayın Başbakan bu konuda önümüzdeki günlerde sanatçılarla görüşecekmiş sanırım. Onların eleştiri, destek, endişelerini dinleyecekmiş. Bu tür toplantılar bence çok yararlıdır ama bu toplantılar, tüm bölgelerde, bölgelerdeki STK'ların da katılımları ile yapılmalı ve Türkiye'ye maledilmelidir. Çünkü bu sorunun çözülmesi hükümetin meselesi olmaktan öte Türkiye'nin meselesidir. Türkiye tüm kurum ve kurulları ile bu sorunun çözümünün bir parçası olmalıdır. Çözüm demokrasidedir, çözüm katılımcılıktadır, çözüm çoğulculuğun sağlanmasındadır. Çözüm karşılıklı empati yapmak ve birbirimize güvenmekten geçmektedir. Sivil toplum platformları kurarak toplumsal talepleri siyasete yansıtmak, sorunlara ortak olmayı ve çözümüne katkıda bulunmayı mümkün kılar. Türkiye bu sorunu çözdüğünde, demokratikleşmesi, zenginleşmesi ve gelişmesi çok daha hızlı olacaktır.

Bir işadamı olarak ekonomiye nasıl bakıyorsunuz?

Türkiye ekonomik anlamda güçlü potansiyele ve dinamizme sahip bir ülke. Dünyada yaşanan büyük krize rağmen, şu ana kadar Türkiye bu krizden o kadar derin etkilenmedi. Ancak, Dubai ve arkasından Yunanistan ve AB'nin diğer ülkelerinde ortaya çıkma olasılığı artan sıkıntılar, Türkiye'yi de daha dikkatli olmaya zorlamaktadır. Bunun da yolunun, hükümet ve siyaset kurumunun, sivil toplum ve özel sektörle daha yakın ve düzenli bir ilişkisinden geçtiğine inanıyorum. Hükümet, kendisini seçen halkla ve SKT'lar ile daha yakın olmalı ve ve toplumun nabzını her an tutabilmelidir.

 

SİVİL BİR ANAYASA ŞART

 

Türkiye değişiyor dediniz. Nasıl bir değişim bu? Batılılaşıyor muyuz, muhafazakârlaşıyor muyuz?

Türkiye 87 yıllık cumhuriyet tarihinde dünya ile giderek gelişen dışa dönük bir ilişkiyi 1982'deki ihracat hamlesiyle başlatmış. 1995'de Gümrük Birliği Anlaşması'nı imzalamış. 1999'da AB aday üyesi olmuş. 2010'da da, İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olmuş. Türkiye'nin, sadece Avrupa ile değil, tüm dünya ile ilişkileri gelişiyor, bölgesinde güçlü bir ülke oluyor. Sınırların neredeyse kalktığı küresel bir dünyada aktör olmaya, ayakta kalmaya çalışıyor. Şimdi bu resme baktığımızda değişimi görmemek mümkün mü? Ve bu değişimin muhafazakârlaşma yönünde olduğunu söylemek mümkün mü? Sivil bir girişim grubunun uygulamaya koyduğu Avrupa Kültür Başkenti Projesinin arkasındaki en güçlü desteği Başbakan ve hükümetimiz vermektedir. Ve bence yaşadığımız değişimin bilinçli ve gerekli bir süreç olduğunun da Ankara da, Türkiye de farkında. Bir anımı paylaşmak istiyorum.

DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDEYİZ

Tabii lütfen...

Yıl 1998. O zaman İstanbul Sanayi Odası Başkanıyım. Finlandiya Büyükelçisi Ankara'dan İstanbul'a gelmiş bizi de ziyaret etti. Konuk ettik. Laf lafı açtı, bir tespitini bizimle paylaştı; "Sizi anlayamıyoruz. Neden insan hakları ve demokrasi konusunda bu kadar tereddütlüsünüz, ifade özgürlüğü ve uyum konusunda neden bu kadar yavaşsınız?" Ona şu cevabı verdim; "Biz 75 yıllık cumhuriyetiz. Çok partili demokrasiye geçeli 50 sene bile olmamış. Demokrasi dediğimiz şey kitap değil ki alıp iki-üç günde okuyalım ve öğrenmiş olalım, pazarda satılmıyor ki gidip borç harç satın alalım, eczanede satılan bir ilaç değil ki, sabah akşam aldığımızda bu eksikliği tedavi edebilelim. Siz Finlandiya'da bugünkü demokrasi düzeyine kaç yılda geldiniz, hiç düşündünüz mü?" diye sorduğumda, yanıtımı anlayışla karşıladığını farkettim. Gerçekten öyle. Bakın Avrupa'da 30 Yıl Savaşları'na falan gitmeyin, geçtiğimiz yüzyılda iki dünya savaşında yaşananlara bakın. Avrupa'nın bugün geldiği standartlara ulaşması ne kadar zaman aldı? Kabul edelim ki, bu bir süreç. Daha da süratli değişeceğiz ve gelişeceğiz. Bakın 1998'den 2010'a kıyasladığımız zaman Türkiye demokrasi standardını daha da yükseltmiş, insan haklarına saygılı, özgüveni artmış, komşularıyla ilişkilerini geliştirmiş, AB aday üye olmuş ve İstanbul'u 2010 AKB yapmış bir ülke. Bu değişimler az buz değişimler değil. Toplum değişmektedir. Ancak hâlâ kendi içimizde tereddütler ve çelişkiler ile iç içe yaşıyoruz.

Neden?

Bunun nedeni özgüven eksikliğimiz ve karşımızdaki insanın ne anlattığını anlama sürecini yani empati sürecini tamamlayamamış olmamız. Bakım empati diyorum. Yani kendinizi karşınızdakinin yerine koymak. Bu ne yazık ki siyasette henüz yok. Siyasette esas olan hâlâ uzlaşma. Ama uzlaşma ikna etmeye çalışmak ve ikna olmaya da açık olmaktır. Oysa Türkiye'de uzlaşma, güçlü olanın güçsüze fikrini empoze etmesi şeklinde algılanıyor ve buna da uzlaşma deniyor. Uzlaşma ikna üzerine olur. İkna ise, farklı olan ile konuşarak başarılabilir. İşte Türkiye'nin en önemli sorunu şu anda bunu sağlamakta. Yani farklı olanlar arasında sağlıklı bir empati ilişkisi kurulamıyor. Bugün siyasetin temel meselesi bu empati anlayışını geliştirememesinde.

ASKERİ VESAYET BİTMELİ

Temel sorunlar neler?

Bakın Türkiye hâlâ 1980 Anayasası ile yönetiliyor. Türkiye gibi değişen, gelişen bir ülkenin aradan geçen 28 yıla rağmen askeri otoritenin empoze ettiği Anayasa'yı değiştirememesini nasıl açıklayabiliriz ki? Anayasa'nın değişmesine, sivilleşmesine hangi siyasi saiklerle karşı çıkılabilir ki? Toplumun kendi anayasasını yapması neden mümkün olmasın ki? Toplumun kendi anayasasını yapabilmesi konusunda bile siyasette mutabakat sağlamamasını nasıl açıklayacağız? Geçirilen zaman Türkiye için maliyettir. Türkiye hızla sivil ve demokratik bir anayasa yapmak, Siyasi Partiler Kanunu'nu, Seçim Kanunu'nu yenilemek zorunda. Toplum siyasetin de parçası olmak zorunda. Toplum parçası olmadığı yapılara sahip çıkamaz. Bunu görmek lazım.

Toplumda değişimin parçası olmalı a yani...

Kesinlikle, Türkiye daha iyiye gidiyor ve git-meye devam edecek. Demokrasisini geliştiriyor, toplumsal algılamalarını geliştiriyor, toplum daha fazla karar süreçlerinin içine girmek isti-yor. Siyasilerin de burada topluma güvenmesi gerekiyor. Sivil toplum güçleniyor, onun da önünü açmak lazım. Çünkü bu toplum oy vererek yasamayı seçiyor ama görevi seçim sandığında bitmemeli, orada başlamalı. Sivil toplum bir taraftan da seçtiklerini denetleyebilmeli. Bunun için ivedilikle işlevi olan sürdürülebilir kurumsal mekanizmalar oluşturmalı.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler