Adil Hükümdar..

İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar – 12. İbn Zafer

Adil Hükümdar

İbn Zafer

İbn Zafer, Adil Hükümdar, çev. Barış Doğru, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2009. İbn Zafer es-Sıkılli el-Mekkî'nin (1104–1170 -1172?) Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni'l-Etbâ (Uyruklarının Düşmanlığı Hakkında Yöneticiye Öğütler) adlı kitabının çevirisi.

İbn Zafer, Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni’l-Tebâ–Devletin Ölümsüzlük İksiri, haz. Sadık Yazar, Büyüyeay Yayınları, İstanbul 2014.

497 (M. 1104) yılında Sicilya’da doğan, Ebu Cafer veya Ebu Hişam künyesiyle de anılan İbn Zafer es-Sıkılli el-Mekkî, çocuk yaşta iken ailesiyle birlikte Mekke’ye göç etti. Burada aldığı ilk eğitimden sonra tahsiline devam için Mısır’a gitti. Orada ne kadar kaldığı bilinmiyor. Endülüs’e gitmek için çıktığı yolda, Tunus’un Mehdiye şehrinde iken, bu şehrin Normanlar tarafından istilâsı üzerine burada yaşadığı sıkıntılı günlerden sonra, tekrar doğduğu Sicilya’ya geçti. Sülvânü'l-Mutâ adlı siyasetnamesini 554 (M. 1159) yılında burada tamamlamış olmasına bakarak Sicilya’da uzun süre kaldığı söylenebilir.

İbn Zafer, Sicilya’dan ayrıldıktan sonra Mısır üzerinden Halep’e gitmiş ve Asrûniye Medresesi’nde yerleşmiştir. Halep’te meydana gelen Şii-Sünni çatışmasında kendi yazdıkları da içinde olmak üzere bütün kitaplarını kaybetmesi üzerine Hama’ya geçmiş, burada iyi karşılanmış ve Nureddin Zengi tarafından kendisine maaş bağlanmıştır. Ölüm tarihi birçok kaynakta 565 (M. 1170) olarak geçerken, bazı kaynaklarda da 567–568 (M. 1172–1173), 570–580 (M. 1175–1184), 567–598 (M. 1172–1202) gibi birbirinden oldukça farklı tarihler verilmektedir.

Dil, edebiyat ve tefsir ilimlerinde çok yönlü ve verimli bir âlim olarak tanınan İbn Zafer, nahiv ve dil alanında derin bilgisiyle tanınmıştır. Tefsir, fıkıh, lügat, hikâye, mev’iza, gramer ve mantık alanlarında yazdığı otuzdan fazla eserden ancak pek azı günümüze ulaşabilmiştir.[1]

Henüz tam ve güvenilir bir biyografisinden bile yoksun olduğumuz İbn Zafer, inanılmaz derecede çok yönlü bir yazardı. Büyük coğrafya bilgini Yakut el-Hamavi onu “hassas bir dilbilimci” olarak nitelerken, tarihçi Zehebi “parlak bir düşünür” olarak değerlendiriyor, ünlü düşünce tarihçisi İbn Hallikan tarafından da “mükemmel bir akademisyen” sözleriyle övülüyordu. Bütün ilimler konusunda büyük bir ustalığa sahipti: Teoloji, medeni hukuk, ahlâk felsefesi, İslam hukuku, tarih, filoloji ve pedagoji… “Bunların da ötesinde, İslam öncesi ve sonrası Avrupa tarihi; peygamberler tarihi, Hint edebiyatı, İran edebiyatı ve tarihi ile Musevi ve Hıristiyan kutsal kitapları konularında da çok büyük bir uzmandı. Önemli bir tefsir alimi, şair, dilbilgisi uzmanı ve edebiyatçı olarak kabul ediliyordu. Sülvânü'l-Mutâ okunduğunda görülebileceği gibi İbn Zafer’in entelektüel birikimi, Arap Kimliğine duyduğu güçlü bağlılığa ve inanmış bir Müslüman olmasına karşın, Darül-İslam’ın kültürel ve politik çerçevesinin çok daha ötesine ulaşmıştır. Onun görüşleri, evrensel bir cazibeye sahipti”.[2]

Her insan biraz da yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu mekânın çocuğudur. Dolayısıyla, geçinecek bir para ve güvenli bir politik sığınak bulmak için hayatını bir göçebe olarak İslâm dünyasının çeşitli bölge ve şehirlerinde geçiren İbn Zafer’in siyasetnamesinde, bütün bunların izlerini görmemiz mümkündür. Onikinci yüzyıl, İslâm dünyasının genel bir karışıklık içinde bulunduğu bir dönemdir. Ağlebiler tarafından 827 yılında başlayıp 902 yılına kadar devam eden fetih hareketleriyle Müslümanların eline geçen ve İbn Zafer’in doğduğu yer olan Sicilya, 910 yılında Ağleb oğullarını ortadan kaldıran ilk Fatımî halifesi Ubeydullah el-Mekkî eliyle Fatımî yönetimine girdi. Tayin edilen emirler genellikle Sicilya Müslümanları tarafından benimsenmediği için sürekli isyanlar çıktı. Emir tayin edilen Ahmer b. Kurhub, Fatimilerle bağlantısını kesip Abbasi halifesi Muktedir adına hutbe okutunca, Sicilya kendi fatihi İfrikiye ile savaş haline girdi. Fakat bu durum da uzun sürmemiş ve İbn Kurhub idam edilerek bütün Sicilya yeniden Fatımî yönetimine girmiş, ancak bundan sonra da isyanların arkası kesilmemiştir.

947/948’de Alevi halifesi el-Mansur Billah’ın tayin ettiği Hasan el-Kelbî ile Sicilya tarihinde, Kelbîler hanedanlığı olarak yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde Bizans’la yapılan birçok savaştan sonra Sicilya tamamen Müslümanların eline geçti. Fakat karışıklıklar bundan sonra da sürmüştür. Düşüş işaretlerinin iyice belirdiği bu sırada Sirakuza ve Katania emiri Simne’nin, kendi dindaşlarına karşı, İtalya’nın güneyinde küçük bir devlet kurmuş olan Normanlardan yardım isteği üzerine, 1052 yılında başlayan Norman işgali, Müslümanların hemen her yerde dağınık ve problemlerle boğuşmaları yüzünden giderek genişlemek suretiyle sonunda 1091 yılında bütün adanın elden çıkmasıyla sonuçlanmıştır.[3]

İki buçuk asra yakın adaya hâkim olmuş bulunan Müslümanların getirdiği hars unsurları, grek ve roma harsı ile yoğurulmuş bulunan adada tamamıyla nev-i şahsına münhasır bir medeniyet yaratmış idi. Şarl’ın tasavvufu, greklerden intikal eden güzellik duygusu, romalılardan mevrus kudretli canlılık burada birbiri içinde erimiş idi. Yeni Sicilya hükümdarı, barbar Norman, Sicilya’nın füsununa kapıldı. Mücadele güçlerini yitirmiş bulunan araplara ilim ve san’at sahasında serbestçe büyük eserler vermek imkânını bahşetti. Müslümanların idare usulünü devam ettirdi. Müslüman memurlar makamında bırakıldı. Bütün harsî ve ticarî hayata araplar hâkim idi. Hatta Arapça resmî dil olarak muhafaza olundu. (…) Sicilya Müslümanları, dinlerine, harslarına bu kadar itibar ve müsamaha gösteren Norman krallarından bilhassa Roger II’yi, meşhur Arap coğrafyacısı İdrisî’nin Nuzhet al-muştâk fi’htirâk al-âfâk adlı değerli eserini (te’lifi 1154) ona ithaf ve takdimi vesilesi ile ve bunun ilim âleminde daha ziyade Kitâb Rucâr adı ile iştiharı dolayısıyla, ebedileştirmişlerdir.[4]

Sicilya böylece, Müslümanlar tarafından geliştirilen önemli bir kültür merkezi, Müslüman ve Hıristiyan dünya arasında da köprü haline gelmişti. “II. Roger’ın yönetimi altında, Sicilya’nın Arap dostu kültürü zirve noktasına ulaşmıştı. 1154’te II. Roger’ın ölümünü, Müslümanların huzursuz olmaya başladığı dönem takip etti; özellikle de II. William (1166–1189) saltanatı döneminde. İbn Zafer’in Norman hakimiyeti döneminde doğduğunu belirtelim. Dolayısıyla dünya görüşü ve düşünsel eğilimleri, hem yaşadığı yerde hem de tüm bölgede İslamiyet’in güç kaybetmesinin sonuçları ile yüzyüze kalan bir Müslüman olarak biçimlendi. Sonuç olarak Sülvânü'l-Mutâ’yı doğuran ortam, bu siyasi kargaşa ve kişisel belirsizlikler oldu.”[5]

 

Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni'l-Etbâ

İbn Zafer, Sicilya’da 1159’da tamamladığı kitabını iki ayrı kişiye ithaf etmiştir. Birinci mukaddimede ismi anılmayan bir hükümdara yapılan ithaf cümleleri şöyle:

Hem davranışları hem de amaçları açılarından adaleti herkes tarafından kabul edilen; derin düşünme alışkanlıkları bilinen soylu bir krala entelektüel bir güç bahşedilmiştir. Kalbini ve zihnini tatmin eden bir bilim sevgisiyle doludur. Ahlak felsefesi kuramlarına meraklıdır. Ve bu kral, zor kullanarak krallığı elinden almaya çalışan bir isyana muhatap olabilir. İşte böyle büyük bir krizin ortasında kral (…) kendisini rahatlatmak için benden bir felsefe ve bilgelik kitabı yazmamı istedi. Bir kere bu görevi kabul ettim ve onun kederini dindirmek konusunda ümidimi yitirmedim. Ancak Kelile ve Dimnegibi bir eser kaleme alamazsam, çalışmamın ne onun üzüntüsünü dağıtabilecek, ne de ruhunu bu dertten kurtaracak bir gücü olmayacaktı.

Bu hükümdar bana cömert desteğini ve samimi arkadaşlığını bahşetti. Ayrıca hem kamusal hem de özel bir ilgi gösterdi. Onun acısını teselli etme fikri, ruhumu ürküttü. Sonunda, ahlak felsefesini, inançlı komutanlar ve antik hükümdarlarla ilgili anlatılar üzerine yazılmış en iyi ve nadir Arap metinlerinden bir seçki yapmaya giriştim. Elimden gelen tüm beceriyle bu metinlerin anlamlarını sadeleştirerek, anlatıların fazlalıklarını attım, daha kolay okunur hale getirdim. Bunların içine felsefi özdeyişler koydum. Yüce ruhlarının nefesini içime çektiğim bazı ünlü tarihi kişilikleri metne yerleştirdim. Onları kraliyet bağlantılarının örtüsü ile kuşattım; zihinlerini yüce düşüncelerle doldurdum ve omuzlarına Arap veya yabancı vilayetlerin kılıçlarını astım. Her bölümü Kur’an’dan ayetlerle Ve Hz. Muhammed’in bazı hadisleri ile başlattım. Ve son olarak da, alışkanlığın veya kişiliğin kusurları ile mücadele etmesi ve sadece kulakların değil kalbin de keyif alması için öykülerimi bahçelere yerleştirdim.

Bu kitabın ismini Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni'l-Etbâ koydum. “Sülvan” terimi, Arapların içine su topladığına inandıkları bir deniz kabuklusuna verdikleri isim olan “sulvana”nın çoğul halidir.[6]

Sözü edilen hükümdarın, kitabın yazılmasından bir süre sonra Nureddin Zengi tarafından tahttan indirilen Şam hükümdarı olması muhtemeldir.[7] İkinci mukaddimede yer alan ithaf ise, isim verilerek yapılmıştır:

Altüst oluşların birbirini takip ettiği, fırtınalı ve gezgin bir yaşamın tesadüflerinin ortasında yüce Allah’tan bana, yüce gönüllülerin hatalarını bağışlayanların kardeşliğini, kıskançlığın sinesinden ayırt etmeyi öğretti.

Allah onunla beraber olsun, onun çalışmalarını ödüllendirsin, efendilerin efendisi ve liderlerin lideri, Ebu Abdullah b. Ebü’l-Kasım el-Kureşî, ilelebed efendisi ve kefili oldu. O dünyaya yüksek mevkilere oturmak için gelmiştir ancak aynı şekilde çevresindeki tuzaklar konusunda da uyarılmıştır. Emek ve çalışmalarını gelip geçici şeylere değil, ilahi hedeflere yöneltir. Topladığı bilgileri kendisine saklamaz onları başkalarına doğru saçar. Hediyelerini insanların duasını kazanmak için değil Allah aşkı için dağıtır. (…) Bu kardeşçe nezaket içinde bana verilen güçlü destek, güvenilir barınak, bol zenginlik ve yaşam suyu için Allah’a şükranlarımı bir kere daha yenilerim.[8]

 

Sicilya

Kitabın bu şekilde iki mukaddimesinde iki ayrı kişiye ithaf edilmesi, yazarın eserini iki ayrı metin halinde yazdığını göstermektedir. Elde bulunan yazma nüshaların ve tercümelerin çoğu da 1159 yılındaki ikinci metinden yapılmıştır.[9] 

Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni'l-Etbâ, her birine sülvâne adı verilen beş bölüme ayrılmıştır. “Tevekkül, teselli, sabır, rıza ve zühde dair konuların işlendiği eser İbnü’l-Mukaffa’ın Kelile ve Dimne’de kullandığı üslûpla kaleme alınmıştır. Eserde hükümdarın ve maiyetinde bulunan devlet adamlarının halkla ilişkilerine, ahlâk ve davranışlarına dair bazı bilgiler ve İran mitolojisiyle Fars hükümdarları hakkında birtakım hikâyeler de yer almaktadır.”[10]

Sülvânü'l-Mutâ fî Udvâni'l-Etbâ’yı, altı yazmasını karşılıklı okuyarak elde ettiği metinden İtalyancaya çeviren Michele Amari’nin bu çalışmasını yayınlayan Joseph A. Kechichian ve R. Hrair Dekmejian, kitabın başına değerli bir araştırma eklemişlerdir. Bu araştırma birçok bakımdan önem taşımaktadır:

Her şeyden önce İslâm kültür kaynaklarının hâlâ tozlu kütüphane raflarında araştırılmadan durduğunu, acınacak bir sahipsizlikle karşı karşıya olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz: “Aslında tozlu kütüphane raflarında ve el yazması koleksiyonlarında, aynı İbn Zafer’in Sülvânü'l-Mutâ’sı gibi, siyasi literatürün bilinmeyen birçok incisinin varolduğunu iddia etmek hatalı olmaz. Sülvânü'l-Mutâ’nın Arapça basılmış birkaç çağdaş baskısı olmasına karşın Sicilyalı, Arap entelektüel çevrelerinde bile çok az tanınır. Eserinin hak ettiği önemi gördüğü de kesinlikle söylenemez.”[11]

Kendi öz vatanında muhatap oldukları büyük ihmale karşılık bu kitaplar, Batı dünyasında inanılmaz bir araştırma bolluğu içinde bulunurlar. Ancak bu durum onların kötü bahtlarını değiştirmez. Çünkü bu ilginin nedeni, onların taşıdığı gerçek değer değil, “20. yüzyılda İslâmi hareketin yükselişidir.”[12] Bu sözü dikkate almak zorundayız. Çünkü burada ifade edilen düşünce, Müslümanların ortaya koyduğu üründen çok, onun ifade ettiği politik değerin yükselişi ve bunun olumsuz olarak ortaya konulması söz konusudur. Böyle bir anlayışla ele alınan kitaplara, ele alınan amaca göre anlam verileceği kuşkusuzdur. Dolayısıyla İbn Zafer’in Batılı anlayışa göre değerlendirilmesi, onun kendisi olarak ifade ettiği değerden çok farklı olacaktır. Halbuki Müslüman entelektüeller tarafından değerlendirilecek olması, yazarının hayatından kitabın içeriğine kadar birçok özgün esere konu olabilecek bir imkân sunabilecek zenginlik taşımaktadır. 

Kitabın girişinde, Sülvânü'l-Mutâ’nın Batı’da keşfedilmesi şöyle anlatılıyor:

“Batı’ya baktığımızdaysa, sadece bir avuç akademisyen, İbn Zafer’in büyük katkılarının farkındadır. İbn Zafer’in keşfedilmesinde öncülüğü, Napoli yönetiminin 1842–1849 yılları arasındaki baskı ve eziyetinden kaçan ve bir politik sürgün olarak Paris’te bulunduğu sırada İbn Zafer üzerine ufuk açıcı bir çalışmaya imza atan, ünlü 19. yüzyıl Sicilyalı Arap dili ve edebiyatı uzmanı Michele Amari yapmıştır. (…) Amari, olağanüstü bir politik metin olan Sülvânü'l-Mutâ’nın değerini hemen kavramıştır. Eserinin giriş bölümünde Amari, ‘Sülvânü'l-Mutâ’nın Tacitus veya Machiavelli döneminde olduğu gibi şimdi de uygulanabilir olan birçok değerli politik bakış açısı sunduğunu’ belirtir ve İbn Zafer’e iftiharla ‘Benim Arap arkadaşım-hemşehrim’ şeklinde seslenir.”[13]

Amari’nin İtalyanca çevirisi, yarım yüzyıl kadar sonra, yine bir İtalyan olan Gaetano Mosca tarafından dikkatle okunuyor ve Machiavelli’nin Hükümdar’ı ile arasında paralellikler kuruluyor. “Bir Sicilyalı olarak Mosca, bu ortaçağ Arap düşünürünün siyaset bilimi alanına yaptığı katkıları ortaya çıkarma konusunda oldukça büyük bir gayret gösterdi. Mosca Sülvânü'l-Mutâ’yı okurken, üstünden sekiz asır geçmesine karşın İbn Zafer’in çalışmasının, ‘Floransalı Kâtip’ten çok daha rafine bir Makyavelizme’, çok güçlü bir biçimde onay verdiğini keşfetti. Mosca’dan sonra, İbn Zafer’den sadece bir iki yerde daha kısaca bahsedildi. İlk önce İslam Ansiklopedisi’nde kısa bir madde ve ikinci olarak da Arap minyatürleri üzerine bir Fransızca monografta. İbn Zafer, Amari’nin öncü çabalarının üzerine kendi çalışmalarını inşa eden Umberto Rizzitano gibi, Sicilya’nın Müslüman dönemi üzerine yoğunlaşan modern İtalya uzmanları tarafından ise daha iyi tanınıyordu.”[14]

İbn Zafer, eserinin Tevekkül, Metanet, Sabır, Kanaat ve Özveri olmak üzere beş yüzlü bir zenginlik taşıdığını belirttikten sonra, bunu nasıl sağladığını şöyle açıklıyor: “Bu metinde, bir araya getirmeyi başardığım, hepsi orijinal dillerinden Arapça’ya tercüme edilmiş çok sayıda mesel vardır. Onları söz sanatlarıyla daha canlı hale getirmeye ve bazı felsefi özdeyişleri de hayvanların ağzından ifade etmeye çalıştım.”[15]

Böyle bir yöntemin bazı suçlamalara neden olabileceğini düşünen İbn Zafer, Halife Ömer bin Abdülaziz’in bir mezar ziyaretinde fazlaca zaman geçirmesi üzerine sorulan bir soruya verdiği cevabı aktardıktan sonra yaptığı yorumla “insanların öngörüsüzlüklerinden kendi”sini korumak istiyor. Olayda Ömer bin Abdülaziz, yakınlarının mezarlarını gezdiğini, hepsini selamladığını, fakat hiçbirisinin selâmına karşılık vermediklerini, tam arkasını dönüp gideceği sırada toprağın kendisine seslenerek, kendisine sormak üzere sorular sorduğunu, sonra da bunlara yine kendisinin verdiği cevapları söylüyor. İbn Zafer, bir insanın toprakla konuşmasını şöyle yorumluyor:

… cansız bir nesne olan toprağa böylesine tumturaklı ve mükemmel bir dil atfetmesi biraz saçma gözükse bile, Ömer’in toprağa verdiği anlamı gösteren bu sözlere kulak ver. Bütün bunlara rağmen Ömer, toprağa defalarca varolan bir karakter olarak seslenir. O, sorgulayan, anlatan ve öğütler veren bir karakter gibidir ve kesinlikle üstüne basıp geçilecek bir şey değildir. Ömer bu metaforik dili kullanır çünkü insanların felsefi uyarılara kulak vermesini ister. Bu nedenle bu fikirlerini, öykü biçiminde sunar; onları soru ve cevaplara ayırır ve cansız toprağın ağzından söyletir. Böyle yapar çünkü bu şekilde daha çok dikkat çekeceğini ve anlatmak istediklerini; çok daha hızlı bir şekilde aktarabildiğini bilmektedir. Bu yüzden, “kara toprağa düşmüşlerin içinde bulundukları şartlar üzerine düşünerek, şu ve şu şartlara toprak tarafından indirgenmek zorunda kaldıklarını algılıyorum” diyerek, neredeyse özgün haline yakın bir canlılıkla uyarılarını ifade edebilmektedir.[16]   

İbn Zafer, “kurmaca karakterler kuralı” olarak adlandırdığı bu yöntemle ilgili Peygamber Efendimiz ve sahabeler arasında geçen başka olayları da anlatır. Bundan da öte, bütün yetenekli insanlar tarafından tasarlanan bu olağanüstü anlatıların, Kur’an’da yer alan karınca ve sivrisinek mesellerinde gayet meşru bir şekilde kullanıldığını söyler.

Fabl’ın bir tür olarak özellikle nasihat konusunda istenilen amacı en güzel şekilde gerçekleştirdiğini belirten İbn Zafer bunu şu şekilde ifade ediyor: “Gerçekten de bir fabl çok kolay bir şekilde anlaşılır, zihinlerimizi mıknatıslı gücüyle harekete geçirir; alegorilerin bize çok hızlı bir şekilde tesir etme güçleri vardır. Onlar aracılığıyla aktarılan vecizeler çok daha kolay hatırlanır çünkü gözlerimiz genellikle, gerçek nesnelerden çok, onların temsili görüntülerine yoğunlaşır. Şurası açık bir gerçek ki, büyük dahilerin sözlerinden ziyade, vahşi hayvanların sözlerini dinlemeye çok daha istekliyizdir.”[17]

İbn Zafer’in eseri, klasik siyasetname konularını içerdiği halde, bunları ele alış ve işleyiş açısından türünün diğer eserlerinden ayrılır. Yukarda saydığımız ve kendisi tarafından “beş yüzlü zenginlik” olarak adlandırılan beş özelliği, edebî bir güzellik ve felsefî bir derinlik içinde inceleyerek devlet yöneticilerine tavsiyelerde bulunmuştur.

Onun için de adalet, her şeyin başında gelir ve o olmadan hükümdarlığın devam etmesi mümkün olmaz: “Adaletsiz bir adam, her zaman kendisini öldürecek bıçağın peşindedir ve o kişiyi uçurumun kıyısına kendi adımları götürür, kendi şeytanı kendisinin üstüne çöreklenir.”[18] “Bir taht asla boş kalmaz, orada iki şeyden biri oturur: Hükümdarlık ya da adaletsizlik. Her günahkâr kendisini affedecek birini bulur, tabii adaletsiz kişi dışında; onun ağlayanı olmaz. Size ne kadar zulüm ederlerse, o kadar çoğunu sizden görürler.”[19]

Adalet sahibi olması gereken hükümdarın birtakım tutkulardan uzak durması gerekir. Çünkü aşırı tutku insanı körleştirir ve adaletin önünü keser: “Kuvvetli tutkular sağduyuyu yok eder ve gerçeğin ortaya çıkmasını engeller. Tutku, inatçılığa dönüşmeden önce ulu bir şeydir ancak inatçılık haline geldiğinde, sarhoşluktan başınızın dönmesine benzer.”[20]

“Hükümdarların yükleri çok ağırdır ve çok işleri vardır. Onların görevi, kullarının dalkavukça sözlerle kandırılmalarını engellemek, sokaklarında ve evlerinde tüm tehlikelerden korumak, düşmanların sadece saldırı ve şiddetinden değil, hile ve kandırmacalarından da uzak tutmak, güçlülerin zayıfları ezmesini ve kötü huyluların doğru yoldan sapmasını engellemek, cahilleri eğitmek, isyan dönemlerinde zihinleri zehirlenenleri toplumdan yalıtmak, Allah’ın yasalarının emrettiği vergileri kullarından toplamak ve elde edilen gelirleri kamu yararına kullanmaktır.”[21]

Bütün bu nedenlerle, adil bir hükümdarın tek bir gün içinde yerine getirdiği işler, önem ve ağırlığı bakımından savaş meydanlarında 60 yıldan fazla cihad etmekten çok daha övgüye değerdir. Bu yüzden aynı zamanda adil olan bir hükümdar, mahşer gününde, Allah’ın huzurunda çok onurlu bir yere sahip olacaktır.

En bilge hukuk âlimleri, her şeye rağmen bugüne kadar hükümdarların, en yüksek adalet mevkilerine tam olarak ulaşamadıklarını söylemişlerdir. “Ancak bu iddia, seyrek de olsa dürüst ve yetenekli bir bakan, bilgili ve sadık bir danışman edinen; metanetli ve özverili, Allah’ın iradesini gerçekleştirmek için uğraşan günümüzün hükümdarları için geçerli olmayabilir.”[22] 

İnsanın bir şeye tutkulu hale gelmesi kolay, fakat bu tutkudan vazgeçmesi çok zordur: “Tutku kolay başlar ama berbat bir şekilde nihayetlenir. Tutku, hükümranlığına aldığı kişiyi ölüme sürükleyen bir zorbadır. Ateş gibidir, bir kere tutuştuğunda çok zor söndürülür veya sel gibidir, bir kere yoluna koyuldu mu önüne set çekilmez.”[23]

Genç insanın, tutkunun körleştirici etkisinden kurtularak danışmanlarının gösterdiği yolda yürümesinin önünde iki engel vardır: Birincisi, arzularının danışmanları üzerinde oluşturduğu despotik güç, ikincisi de, tecrübelerinin hayat enerjisini kontrol edecek ve tutkularına direnerek akli olanı yapacak derecede olgunlaşmaması. “Öfke ve arzunun akıl üzerinde bu kadar iktidar kurmasının sebebi, insana doğumundan itibaren eşlik etmeleridir. Bu zihnimize daha sonra yerleşecek olan kavrayış yeteneği gibi bir şey değildir. Sonradan kazandığımız bir yetenek olan kavrayış, zihin üzerinde egemenlik kazanmakta çeşitli zorluklar yaşar. Sonuç olarak, öfke veya arzuyla coşmuş bir insana tavsiye vermeye çalışan kişinin başarı şansı çok düşüktür çünkü bu iki tutkunun yarattığı bulanıklık, aynı sarhoşlukta olduğu gibi kavrayışımızın ışığını gölgeler.”[24]

Terkedilmesi gereken iki olumsuz nitelik olan açgözlülük ve öfke, sağduyuyu engelleyen iki sebeptir. “Eğer birisinin bu iki nedenle kafası bulanıklaşmazsa tutkunun kuyruğu olmaz ve hatta onu kontrol bile edebilir. Ancak kişi bu ikisi tarafından kör edilirse, tutku mutlak efendiniz olur…”[25]

Şu beş ipucu, bir kralın tahttan düşeceğinin ön habercileridir:Birincisi, dedikoduculara inanması ve onların davranışlarının sonuçlarını öngörememesi. İkincisi, sevgi duyması gereken kişilere sırtını dönmesi. Üçüncüsü gelirlerinin, konumu için yeterli olmaması. Dördüncüsü, birisine destek olmaya ve diğerini göz ardı etmeye düşünüp taşınarak değil, kaprisleriyle karar vermesi. Ve beşincisi, bilge ve deneyimli insanların tavsiyelerine değer vermemesi. Ayrıca (…) kim ki güvenilir bir arkadaşına kulak vermez, kendisine bir düşman yaratıyor demektir.”[26]

İbn Zafer de, diğer siyasetname yazarları gibi, toplumu oluşturan sınıflardan her birinin kendi işini yapmasını, başkalarına müdahale etmemesini savunur. Kralların, her kulunu kendi toplumsal katmanı sınırları içinde tutmaya çalışması, ayaklanmaları önlemek içindir. Ayrıca halkın askere alınması, onları tüccarlar, zanaatkârlar ve hizmetçiler olarak böler. Asker sınıfının, zafer elde etmek için kendi hayatlarını feda etmeye hazır olan coşkuları halkta olmadığı için hakkıyla savaşamazlar.[27]

İtaat altında tutulması gerekenleri üçe ayıran İbn Zafer, bunlara karşı takınılacak tavrı şu şekilde açıklar:

Üç çeşit kul vardır. Birincisi sadık ve hükümdarının üstünlüğünü tanıyan saygın bireylerden oluşur. Bu kişiler onlara gösterilen ihtimam ve özenin öneminin farkındadırlar ve sorumluluklarının yükünü sırtlarında hissederler. Hükümdarlarına yönelik sevgi ve yakınlıkları, gösterdikleri nezaket ve kibarlıkla fark edilir. İkinci grup, hem iyi hem de kötü bireylerden oluşur. O yüzden her biri, bir tür nezaket ve sertliğin birleşimiyle kontrol edilmelidir. Üçüncü tür ise, yöneticilerin ne sözlerini ne de eylemlerini sorgulamadan her zaman onların amaçlarını savunan bir kesimdir. Onlar dost veya düşman bilmeden taraf olurlar. Zalimce davranışlarla değil ama korkuyla, aşırı şiddetle değil ama sertçe cezalarla yönetilmeleri gereklidir.

Önemsiz kusur ve hatalarını görmezden gelmek, insanları daha çok suç işlemeye iter. Bu anlamda, bir kadının namussuzluğunun kökleri baştan çıkarıcı bir sözcükte ve bir atın huysuzluğunun kökeniyse kontrolsüz bir hareketinde yatar.[28]

Bir hükümdarın nasıl büyütülmesi ve yetiştirilmesi gerektiği konusunda Pers Kralı III. Hürmüz’ün oğlu II. Yezdigerd’in, oğlu Bahram-ı Gur’u yetiştirmesi örneğinden yola çıkarak anlatır: Çocuğu seçkin bir Arap olan Büyük Numan’a teslim etmiş. Numan onun için dört sütanne görevlendirmiş. Kadınlardan her biri çok zeki, iyi ailelere mensup ve çocuğa sağlıklı bir yaşam kazandıracak yaratılışta insanlarmış. Sonra çok temiz havaya ve mükemmel sulara sahip bir bölgede inşa ettirdiği kalede yaşamaya başlamış. Behram dört yıl boyunca anne sütüyle beslendikten sonra sütten kesilmiş. Güçlü ve gürbüz bir çocuk olmuş ve o kadar erken gelişmiş ki, daha küçük yaşta Arapça ve Farsçayı akıcı bir şekilde konuşmaya başlamış. Çocuk beş yaşına geldiğinde ne yapılması gerektiğini Harika Çocukların Fark Edilmesi kitabının özeti olan Alın İçin İnciler adlı kitabında yazdığını belirten İbn Zafer, bundan sonra Numan’ın çocuğa Pers ülkesinden düşünürler, hukukçular ve din bilginleri getirttiğini söylüyor. Bu gruba bir de Calis adında, politika ve edebiyat eğitimi almış, kral tarihçeleri ve biyografileri konusunda çok bilgili, milletlerin savaş tarihinde uzman bir Arap bilgini de eklemiş. Bilginlerin hepsinin özel bilgi alanı varmış. Behram on iki yaşına geldiğinde, artık onların hepsinden daha bilgiliymiş. Bilginlerin hepsi ayrıldıktan sonra Behram’ın yanında, görgülü tavırları, asaleti, edebî, siyasî ve tarihî bilgilere ve analitik berraklığa sahip Calis kalmış. Sonra Numan, Yezdigerd’den oğlunu savaş sanatında, binicilikte ve diğer disiplinlerde yetiştirmek için eğitimciler istemiş. Üç yıl boyunca Behram bu konularda eğitim aldıktan sonra 15 yaşına geldiğinde babasının yanına dönmüş.

Yezdigerd sert, katı ve yanına zor yaklaşılan biriymiş. Oğluna da sertlikle ve tavizsiz davranıyormuş. Bu durum genç adamı büyük ve dayanılması zor sıkıntılara sokmuş. Babasının bu tahammül edilmez davranışlarını Calis’e anlatan Numan, ondan bunlara katlanması tavsiyesini almış. İbn Zafer’e göre, “iyi bir tavsiye ilk önce insanın midesini bulandırır ve en sonunda ise bal gibi tatlı gelir. İlk aldığınızda sizi iğrendiren acı bir ilâç gibidir, ancak size faydalarını fark ettikten sonra keyfinizi yerine getirir. Böyle bir ilâcı ilk içtiğinizde lânet okursunuz ancak olumlu sonuçlarının sonrasında methiyeler düzersiniz.”[29]

İbn Zafer, bir girişimin başarıyla sonuçlanması için üç şeye dikkat emek gerektiğini belirtir. Bunlar dikkate alınmadığı takdirde o girişim başarısızlığa uğrar: “Birincisi, bir plan, tam olarak ortaya konmadan çok fazla kişiye duyurulursa… İkincisi, gizli ittifak kuranlar birbirleriyle rakip veya karşılıklı kıskançlık içindeyse… Ve üçüncüsü, girişilecek işin yönünü, başından beri işin içinde olmayan, olaya sonradan dahil olan biri belirliyorsa… çünkü ilk baştan beri içinde olan lider, diğerine karşı haset ve kıskançlık duyacaktır.”[30]

Kötülük ve zulüm, göz yumulduğu sürece büyüyerek önüne geçilmez zararlara yol açar: “Kötü ve zalim insan ateş gibidir. Eğer onu beslerseniz iyice alevlenir. Ve ayrıca şaraba da benzer. Kendisini seveni kurban eder ve peşinden koşanı da kölesi haline getirir. (…) Bilge insan, samimiyet kurmadan önce ince eleyip sık dokur; bir şeyi seçmeden önce iyice sorup soruşturur ve ilk önce güvenir, sonra sever.”[31]

Aşırı tedbir dolayısıyla, önemli fırsatlar çıktığı halde bunu değerlendirmemek büyük pişmanlıklara neden olur. Dolayısıyla düşmanın işini fırsat çıktığında bitirmek gerekir:

Rüzgâr ve şans kişinin yanındayken, düşmandan gizlenmek, ancak aşırı bir tedbirlilikle açıklanabilir. Aynı şekilde, şans rakibinin yanına geçmiş ve rüzgâr da tersine esmeye başlamışken fırsatları elden kaçırmaksa aptallık sayılır.

Zevk ve sefaya düşmüş ve fırsatların kaçıp gitmesine izin veren kral, devlet işlerinde hiçbir zaman başarı elde edemez.

Krallar kullarından şaşaaları ve ihtişamlarıyla değil meziyetleriyle ayırt edilir. Hükümdarların, sıradan insanlara göre beş üstün meziyeti olması gerekir: Kullarına vermeleri gereken babacan bir merhamet, onları kucaklayan ve gözeten bir ihtiyatlılık,bir saldırıya maruz kaldıklarında onları koruma cesareti, düşmanlarını kandırma basireti ve her fırsatı değerlendirme öngörüsü.[32]

Prens ve hükümdar, danışma konusuna önem vermeli ve danışmanları dikkatle dinlemelidirler. Prenslerinin görüşlerini danışmanlarının görüşünden üstün tutan kral büyük bir hataya düşmektedir. “Eğer bir kral, hiçbir neden göstermeden, bilge ve sadık danışmanına ters düşme gibi kötü bir alışkanlık geliştirirse, hiçbir zaman başarılı olamaz. Danışmanlar gelenek olarak prenslerden çok daha açıkgöz ve kavrayış gücüne sahiptirler, çünkü prensler sadece kullarını yönetmeye niyet ederler; oysa danışmanlar, hem hükümdara, hem de halka dikkat göstermekle yükümlüdürler. Dolayısıyla, krallar iz sürmek, kovalamak ve yakalamak için eğitilmiş hayvanlara benzerler. Ancak diğer yandan, daha vahşi ve kendilerini tehlikelerden korumak, kurbanlarını izlemek ve pençelerini geçirmek için çok daha yetenekli hayvanlar tarafından avlanırlar.”[33]

Kendisine danışılacak kişiler, her zaman hazırlıklı olmalıdırlar. Her şeyi bildikleri şeklinde bir güven aldatıcılığına düşmemelidirler. “Görev ve sorumluluğunu en iyi kavrayan danışman, kendini her sonuca hazırlayan ve böylesi bir durum başgösterdiğinde onu halledebilen kişidir. Aynı şekilde en kötü danışman da, kendi zekâ, kurnazlık ve yönetim deneyimine güvenen kişidir çünkü o, beklenmedik durumlar karşısında önceden hazırlanmaya ihtiyaç duymaz, kendini hep güvende hisseder. O danışman, konuşma yeteneklerine, düşünme kapasitesine ve gelişme ustalığına güvenen; önceden bir konuşma hazırlamak, onu inceltmek ve üzerinde çalışmak için hazırlanmayı reddeden insana benzer. Dili tutulduğunda ve bazı ilmi toplantıları takip edemediğinde mahvolur gider. Aynı şekilde, bir savaşçı da cesaretine ve silahlarının gücüne güvenerek, zırhının ağırlığından kendini kurtarmak isterse, sürpriz bir saldırıda düşman tarafından yenilecek ve esir düşecektir.”[34]

Sultan şu üç durumdan dolayı sabretmelidir:

Birincisi merhamete yol açan hoşgörüdür. İkincisi, krallıkların refahına su taşıyan ihtiyatlılık ve öngörüdür. Üçüncüsü, cesarettir ki bu iki amaca hizmet eder. Birincisi kralın karakterinin sağlamlığına; ikincisi ise silahlarını kuşanmadaki hızı aracılığıyla krallığını savunmasına…

Bu sözden kralın kendi elleriyle savaşmaya hazır olması anlaşılmamalı -bu düşüncesizlik, ihtiyatsızlık ve kibirlilik olurdu- ancak kendine hâkim olması kralı, savaş alanındaki ordunun ana dayanağı haline getirir; yenilgi anında ise sığınılacak bir limana dönüştürür.”[35]

 

Yüksel Kanar

Ulu Kanal

yukselkanar@mynet.com

 

[1] Bkz. M. Sami Benli, “İbn Zafer”, TDVİA, c. 20, s. 453–454.

[2] Joseph A. Kechichian - R. Hrair Dekmejian, Adil Hükümdar, s. 25.

[3] Bkz. Fikret Işıltan, “Sicilya”, İA, c. 10, s. 594 vd.

[4] Agm., s. 595.

[5] Joseph A. Kechichian - R. Hrair Dekmejian, age., s. 52.

[6] Age., s. 109-110.

[7] Bkz. Age., s. 53.

[8] Age., s. 120.

[9] İslâm Ansiklopedisi, “İbn Zafer” maddesi, c. 5/II, s. 837.

[10] M. Sami Benli, agm., s. 454.

[11] Joseph A. Kechichian - R. Hrair Dekmejian, age., s. 21.

[12] Age., s. 20.

[13] Age., s. 21.

[14] Age., s. 22.

[15] Age., s. 110.

[16] Age., s. 112.

[17] Age., s. 142.

[18] Age., s. 150.

[19] Age., s. 150.

[20] Age., s. 161.

[21] Age., s. 106.

[22] Age., s. 107.

[23] Age., s. 166

[24] Age., s. 174.

[25] Age., s. 161.

[26] Age., s. 162.

[27] Bkz. age., s. 223.

[28] Age., s. 238-239.

[29] Age., s. 253.

[30] Age., s. 139.

[31] Age., s. 140.

[32] Age., s. 180-181.

[33] Age., s. 183.

[34] Age., s. 183.

[35] Age., s. 210-211.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.