İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar

İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar – 7. Ebû Osman el-Câhiz

Kitâbü’t-Tâc fî Ahlâki’l-Mülûk

Ebû Osman el-Câhiz

 

Ebû Osman el-Câhiz, H. 150-160/M. 767-777 yılları arasında Basra’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği, çok canlı bir ilim ve kültür hayatı olan bu şehirde geçti. Buradaki büyük âlimlerden gramer, şiir, tarih ve edebiyat dersleri aldı. “Bir yandan da geçimini sağlamak için ticaretle uğraştı. Bu arada Basra Camii’ndeki ilmî ve edebî meclislere, Basra panayırının kurulduğu, çöl Araplarının geldiği, şairlerin ve hatiplerin şiirlerini ve hutbelerini okudukları Mirbed’e devam etti. Fasih Arapçayı onlardan öğrendi. Ayrıca kelâmcıların, çeşitli mezhep mensuplarının, Müslümanlarla diğer dinlere mensup olanların ve Şuûbiyye’nin aralarında tartıştıkları meseleleri dinledi. Alimlerin ve ediplerin meclislerine katılmak için bazen Kûfe’ye ve Bağdat’a kadar gitti.”[1]  

Halife Me’mun tarafından, hilâfet ve diğer konularla ilgili yazılarının beğenilmesi dolayısıyla H. 200/M. 815 yılında Bağdat’a çağırıldı. “Câhiz bundan sonra zaman zaman Bağdat ve Samerra’da halifenin ve devlet büyüklerinin muhitinde kalmış ve çeşitli eserler yazıp onlara takdim ederek oldukça büyük bir yekûn tutan câizeler almıştır. Bu durum 247 (861) yılında Halife Mütevekkil Alellah ile Feth b. Hâkân el-Fârisî’nin Samerra’da öldürülmelerine kadar devam etmiştir.”[2] Bağdat’ta bulunduğu sırada Aristo tercümelerinden yararlanarak felsefe bilgisini genişleten Câhiz, aynı zamanda Nazzam ve Sümâme b. Eşres gibi Mutezile ileri gelenlerinin etkisinde kelâma ilişkin düşüncelerini de geliştirmiştir. Yine Me’mun döneminde Divânü’r-resâil başkanlığına da getirilmiş, fakat birkaç gün sonra bu görevden istifa etmiş, ancak daha sonra bu makamda vekâleten bulunmuştur.

Geçimini, eserlerini ithaf ettiği kimselerden aldığı caizelerle sağlayan “Cahiz’in asıl parlak devri, 220-233 (835-847) yılları arasında vezirlik makamında bulunan İbnü’z-Zeyyat Muhammed b. Abdülmelik zamanına rastlar. (…) Cahiz bu arada Şam, Humus ve Antakya’yı ziyaret etti. 233 (847) yılında İbnü’z-Zeyyat öldürülünce kendisi de yakalanıp hapsedildi. Daha sonra Ahmed b. Ebû Duâd onu affetti. Bunun üzerine eserlerinin bir kısmını İbn Ebû Duâd ve oğlu Muhammed’e ithaf etti. Bir ara Halife Mütevekkil Alellah Câhiz’i çocuklarına hoca tayin etmek istediyse de çirkin yüzlü olduğu için bundan vazgeçti. İbn Ebû Duâd ve oğlunun ölmesinden sonra ise Halife Mütevekkil Alellah ile Feth b. Hâkân’ın himayelerini gördü ve bazı eserlerini onlara ithaf etti.”[3]

Hayatının sonuna doğru felç olan ve ayrıca damla hastalığına yakalanan Câhiz, çok yaşlanmış olarak doğduğu şehir olan Basra’ya çekildi ve 255 yılı Muharreminde (Ocak 869) 95 yaşında olduğu halde burada vefat etti.

 

Kitâbü’t-Tâc fî Ahlâki’l-Mülûk

Kısaca et-Tâc ve Ahlâķu’l-mülûk adlarıyla da anılan Kitâbü’t-Tâc fî Ahlâki’l-Mülûk, Abbasi Halifesi Mütevekkil Alellah’ın veziri, edip ve şair Feth b. Hâkan’a ithaf edilen bir eser olup Câhiz’in “Sâsânî siyaset kültürü ve Emevî yönetimiyle ilgili geniş birikimi yanında Abbâsî devlet düzenine dair bizzat vâkıf olduğu ve bu konuda derlediği bilgilerden oluşur. Müellif eserini yazarken devlet ve siyaset konularında İran kaynaklarından, özellikle Halife Mansûr döneminde ve öncesinde Farsça’dan Arapça’ya çevrilen eserlerden yararlanmıştır. Ayrıca Sâsânî Hükümdarı Enûşirvân’a nisbet edilip İbnü’l-Mukaffa tarafından Arapça şerhedilen, bugün elde bulunmayan et-Tâc isimli bir eserden de faydalanmış olması muhtemeldir.”[4]

et-Tâc kısa bir mukaddime ile dört bölümden (bab) oluşur. Mukaddime’de Câhiz, kitabı yazarken anlatmak istediği temel meselenin öncelikle kulların işlerini üzerlerine yüklenen hükümdarlara saygıyı pekiştirmek ve saygının kurallarını ortaya koymak olduğunu belirtiyor: “Yüce Allah hükümdarlara keremini nimet olarak sunmuş, onlara saltanatını bahşetmiş, onları yeryüzünün çeşitli bölgelerinde hakimiyet sahibi kılmış, kulların işlerini onlara havale etmiştir. Alimlere de onlara saygı duymayı, değer vermeyi vacip kılmıştır; onlara itaat etmelerini emretmiştir. Muhkem kitabı Kur’an’da: “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve bazılarını bazılarından daha üstün yapan O’dur” (Enam, 6/165) buyurmuştur. Yüce Allah başka bir ayette de “Allah’a, peygambere ve sizden olan ulü’l-emre itaat ediniz” (Nisa, 4/59) buyurmuştur.”[5] 

Halkın mutluluğu hükümdarlarına saygı göstermeleri ve onlara boyun eğmeleri sayesinde gerçekleşir. Hükümdarları temele, reayayı ise binaya benzeten, temelsiz binanın yıkılmaya mahkûm olduğunu söyleyen Cahiz’e göre bu gerçeği herkes bilmemektedir: “Avamın çoğu, havasın ise bir kısmı –hükümdarlarına itaat etseler dahi– onlara karşı vazifelerini bilmedikleri için kitabımızda bu konuda uyulması gereken kuralları verdik.”[6] 

Eserin birinci bölümünde hükümdarların huzuruna nasıl girileceğine, ayrı ayrı halk tabakalarının huzurda nasıl davranacaklarına ve hükümdarın nasıl karşılıkta bulunacağına ilişkin kurallar yer alır. İkinci bölümde hükümdarla birlikte aynı sofrada bulunmanın âdâbı anlatılır. Hükümdar, insanlara bol bol iyilik etmeli, yiyecek içeceklerini esirgememeli ve böylece yöneticiler, orta seviyedeki insanlar ve halkın geneli arasında bir denge kurmalıdır. “Hükümdarın herkese, toplumun her tabakasına hakkını vermesi, onun adaletinin göstergesidir. O, tavır ve davranışlarında adalet yolunu takip etmelidir.”[7]

Hükümdarın yakın ve uzak çevresiyle ilişkilerinin konu edildiği üçüncü bölümde “özellikle Emevîler ve Abbâsîler’deki eğlence ve mûsikiye dair âdet ve uygulamalar hakkında verilen bilgiler kültür tarihi açısından büyük değer taşır.”[8] Hükümdarın devlet yönetimi sırasında her seviyeden insana, çeşitli konularda ihtiyacı vardır. Yönetimde olduğu gibi, eğlence ve müzik konusunu da bu açıdan değerlendirmek gerekir:

… hükümdar düşük seviyeli kimseye oyun ve eğlencesi, cesur kimseye cesareti, mizah düşkünü kimseye nükteleri, âbid ve zâhit kimseye nasihat ve öğütleri için muhtaçtır. Ciddi ve âkil insanlara ihtiyacı olduğu gibi, coşan ve coşturan insanlara da ihtiyaç duyar. İlminde derin bilgi sahibi âlimin dostluğuna da gereksinimi vardır.

Hükümdarın âdeti, kendilerinin huzuruna her tabakadan insanın gelmesidir. Çünkü onlar da gâh ciddi gâh neşeli olurlar. Bazen gülüp eğlenir, bazen düşüncelere dalarlar. Bazen oyuna, bazen öğüt ve nasihate ihtiyaç duyarlar.

Eşraf ve ulema dışında bu grupların her biri, hükümdar katında bazen yükseltilir bazen alçaltılır. Kimi zaman kendilerine ihsanlar ve atiyeler sunulur, kimi zaman da bundan mahrum bırakılırlar. Hükümdara bağlı kaldıkları ve bunun hakkını yerine getirdikleri sürece onlarla görüşme sırasında mertebeleri yüksek tutulmalı ve kendilerine adaletle muamele edilmelidir.[9]

Kitap, bütününde olduğu gibi bu bölümde de “çoğunlukla Sâsânî idaresini ve saray hayatını yansıtan hikâye ve anekdotlarla doludur.”[10] Câhiz, bunun nedenini şöyle açıklar: “Çünkü onlar bu mevzuya ait kuralları ilk kez koyan kimselerdir. Biz hükümdarlık kurallarını, hükümdarın maiyetini, ekâbir, eşraf ve halkın tertibini, halkı yönetme siyasetini, her bir tabakaya kendi payını verme ve her birini kendi gibi olanla yetinir hale getirme sanatını onlardan öğrendik.”[11] Bu ifade, “İslâm siyaset geleneğinin oluşum döneminde İran etkisini göstermesi bakımından önemlidir.”[12]

Daha çok saray âdâbı ve saray çevresinin töresini konu edinen kitapta, yer yer serpiştirilmiş halde “siyasetin amacı ve anlamıyla ilgili ilke çapında bazı genel gözlemler de” yer alır.[13] Cahiz’in, hükümdarın sahip olması gereken özelliklerle ilgili bazı açıklamalarını bu ilkelere örnek olarak verebiliriz:

Hükümdarın özelliklerinden birisi, öfkeliyken karar vermemektir. “Çünkü bu durumda verilen ceza sınırı aşacaktır. Hükümdar, öfkesi yatışıp tabii haline dönünce şeriatın verdiği cezayı uygular. Eğer şeriatta onun suçunun cezası zikredilmemişse, bu suçun cezasını büyük ve küçük suçlar arasında değerlendirmesi ve nefsi hoşnutken ve kısas hükmü aklındayken hüküm vermesi gerekir.”[14] 

Hükümdar, vefa sahiplerine karşı cömert davranmalıdır. “İnsanda vefadan daha soylu, daha yüce ve büyük bir erdem bulunmaz.”[15] Cömertlik ve haya, hükümdarın sahip olması gereken iki önemli huydur:

Bu iki haslet, yeryüzündeki her hükümdarın ayrılmaz bir vasfı olmalıdır. Birisi “Bu huylar hükümdarın iç organları gibidir” dese, şu ifadeleri dikkate alması gerekir: Biz Acemlerin ve diğer milletlerin hükümdarlarında çirkinlik ve cimriliği bir arada bulunduran bir kimseyi ne durduk ne de gördük.

Her ne kadar cömertlik hükümdarın doğuştan sahip olduğu bir huy olmasa da, eğer hükümdar iyiyi kötüyü ayırt edebilen bir kişiyse onu kazanmaya gayret göstermelidir. (Zira cömertlik kişinin) harcadığından çok daha fazla fayda sağlar. Eğer bu her hükümdarın huyu haline gelirse, birtakım hayır işleri yapmak, iyilik ve ihsanı dostlarından yakın ve uzak herkese yaymak, fakirler ve düşkünlere acımak ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için fazladan bir şey yapması gerekmez.

Haya duygusu ise merhametin türlerindendir. Hükümdarı çoban, halkı bir sürü kabul edersek, onun sürüsüne merhamet etmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Eğer bir imamsa kendine uyanları düşünmelidir. Eğer bir efendi ise, kölesine şefkat göstermelidir.[16]

Hükümdar elçi seçiminde büyük bir özen göstermelidir. Elçinin bozulmamış bir fıtrata ve mizaca sahip olması gerekir. “Elçi, güzel konuşma, yerinde söz söyleme melekelerine vakıf olmalı, hükümdarın sözlerini ve bunların ne anlama geldiğini iyice anlatabilmeli, kendi istek ve arzularına meyletmemeli ve taşıdığı görevi hakkıyla yerine getirmelidir. Hükümdar bir kişiyi elçi tayin etmeden onu uzun süre denemelidir.”[17]

Hükümdarın, yakınında bulunan kimselerin iç yüzlerini ve niyetlerini iyi bilmesi, bunun için de etrafındakiler ve raiyyesi hakkında bilgi toplaması gerekir. Onların başına özel, halk için de genel hafiyeler koymalıdır:

Hükümdarın “çoban” (râî) olarak isimlendirilmesi, yönettiği halkın gizli saklı işlerini, niyetlerini araştırmasından dolayıdır. Ne zaman bunları araştırmaz ve bunlardan haberdar olmazsa, bu ismi sadece sözde, hükümdarlık vasfı sadece dilde kalır.

Saadete ulaşmış hükümdar ise her türlü gizli işi, kendisini bilir gibi bilmelidir. Onun siyasette ve ülkesine düzen verirken bundan daha çok önem verdiği bir şey bulunmamalıdır.[18]

Hükümdarın yakın çevresinin hangi özelliklere sahip olması ve nasıl davranması gerektiği hakkındaki “son ve en uzun bölümde genellikle yönetici-yönetilen ilişkisi bağlamında oyun, eğlence, ibadet, gezinti gibi günlük yaşayışla teselli, öfke, sır saklama, bağışlama, konuşma âdâbı, yolculuk âdâbı, çocuk eğitimi, cömertlik, giyim kuşam gibi konular işlenmiştir. Bu arada müellifin bazı ahlâkî hasletlere özel bir yer ayırdığı görülür. Meselâ vefakârlığın öneminden bahsederken vefa ehline iyilik etmenin ve onlara güvenmenin hükümdarlarca gözetilmesi gereken bir ödev olduğunu, vefakârlıktan daha üstün bir erdemin bulunmadığını belirtmekte, bazı İran ve İslâm yöneticilerinin bu erdeme verdiği önemi gösteren ilginç anekdotlar zikretmektedir. Aynı bölümün dikkat çekici yönlerinden biri de bazı Emevî ve Abbâsî hükümdarlarının içkiye olan düşkünlükleri hakkındaki mâlûmattır. Savaş stratejisine dair bilgilerle sona eren eser, aynı zamanda İslâm’ın İran’da hâkim olmasının ardından uygulama imkânını kaybeden bazı gelenekleri tanıtması bakımından değerlidir.”[19]

Yukarıda bir kısmını saydığımız, bir hükümdarda bulunması gerekli özelliklerin hemen hepsi bu son bölümde ele alınmaktadır. Yine bu bölümde saydığı şu dört özelliğin bir hükümdarda bulunmasının, onun devletinin uzun süreceğine işaret ettiğini söyler:

1. Kendisi için istediğini, raiyyesi için de ister.

2. Sonucundan korktuğu bir işi ertelemez.

3. Veliahd olarak, kendi istediğini değil raiyyenin istediğini seçer.

4. Emziren annenin bebeğinin uyuyup uyumadığını kontrol etmeye varıncaya kadar raiyyenin bütün sırlarını araştırır.[20]

Bir fetih, düşmanla savaş veya milletin anlaşmazlığa düşmesine sebep olacak bir tehlikenin ortaya çıkması gibi durumlarda hükümdarın konuyu ciddi olarak ele alması, düşüncesini bu konuda yoğunlaştırması ve stratejiler geliştirmesi gerekir. “Bunun için (Acemlerin ve diğer milletlerin hükümdarlarının yaptıkları gibi) aklını, fikrini ve boş zamanlarını bu işe tahsis etmeli, erteleme, tûl-i emel ve boş hayallerle avunma gibi yollarla vakit kaybetmemelidir. Zira bu yollara tevessül etmesi hükümdarın acziyetini ve gevşekliğini gösterir.”[21]

Bilge kişilerce, “saadete erecek bir hükümdarın savaşı son çare olarak görmesi gerekir. Çünkü diğer hallerde harcanan nihayetinde maldır; savaşta ise can verilir. Eğer hilelerin sonu güzel olacaksa, bu, hükümdarın saadetine vesile olur. Malını ve mülkünü muhafaza eder, askerlerinin kanını korumuş olur. Eğer bütün hile ve çabalar çaresiz kalmışsa bunun ardından savaş gelir” denildiğini hatırlatan Câhiz’e göre en mutlu hükümdar, düşmanlarına hile ve tuzak yoluyla galip gelendir. Peygamberimiz de bu görüşü desteklemek için “savaş hiledir” buyurmuştur. Hilenin, bir anlamda diplomatik manevra olarak ele alınması gerektiği açıktır. Bu anlamda tarihte hiç kimsenin Acem hükümdarları kadar hilekâr olmadığını söyleyen Câhiz, bu konuda örnekler de verir.[22]

Kitabın sonuç bölümü şu satırlarla tamamlanır:

Biz bu kutlu Abbâsî Devleti’nin ilk döneminde veya tarihinde bugüne kadar hükümdarların erdemlerini, edeplerini, üstün özelliklerini toplayan Haşimoğullarından, iyi yürekli Abbâsî halifelerinden velâ ve üstün tutulma hakkı alan, nebilerin sonuncusunun vârislerinden ve müminlerin imamlarından olan Mu’tasım Billah’ın ve iyilik sever kardeşlerinin evlat bildiği tek kişi, Müminlerin Emirinin azatlığı (mevlâ) Feth b. Hâkân’dır.

Kendisine bahşedilen bu nimet kutlu olsun, Allah mübarek eylesin. Allah bu nimetini onda devam ettirsin ki, en zirvesine en yüksek derecelerine ulaştırsın. Uzun ömür versin, zamanın musibetlerinden, tökezlemelerinden muhafaza buyursun. Şüphesiz ki O, rahmet ve kerem sahibidir.[23]

 

 

(Ebû Osman el-Câhiz, Saray Adâbı - Kitâbü’t-Tâc fî Ahlâki’l-Mülûk-, çev. Ali Benli, Klasik, 2015.)

[1] Ramazan Şeşen, “Câhiz”, TDVİA, c. 7, s. 20.

[2] Agm., s. 20.

[3] Agm., s. 20.

[4] Mustafa Çağrıcı, “et-Tâc fî Ahlâki’l-Mülûk”, TDVİA, c. 39, s. 336.

[5] Câhiz, Saray Adabı, s. 15.

[6] Age., s. 16

[7] Age., s. 25.

[8] Mustafa Çağrıcı, agm., s. 336. Bir örnek olması bakımından, Cahiz’in verdiği bir bilgiyi aktaralım: “İshak b. İbrahim’e şöyle dedim: ‘Emevi halifeleri nedimlerine ve şarkıcılarına görünürler miydi?’ Şöyle cevap verdi: Muaviye, Mervan, Abdülmelik, Velid, Süleyman, Hişam ve Mervan b. Muhammed dönemlerinde onlar ile nedimleri arasında bir perde bulunurdu. Nedimlerin hiçbiri halifenin ne yaptığını göremezdi. Bir şarkıyla neşelense, hareketlense, dönse, yürüse, omuzlarını sallasa, kalkıp oynasa, hatta üstünü çıkarsa bile onu yakınındaki cariyeler dışında gören olmazdı. Ses perdenin arkasına gidecek kadar yükselirse perdedâr ‘Yeter artık ey cariye! Bırak!’ diyerek nedimlerin bu işi yapanın cariye olduğunu sanmalarını sağlardı.” (Cahiz, age., s. 31).

[9] Câhiz, Saray Adabı, s. 27.

[10] Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, s. 111.

[11] Câhiz, Saray Adabı, s. 28.

[12] Mustafa Çağrıcı, agm., s. 336.

[13] Bkz. Erwin I. J. Rosenthal, age., s. 111.

[14] Câhiz, age., s. 40.

[15] Age., s. 63.

[16] Age., s. 77-78.

[17] Age., s. 69.

[18] Age., s. 88.

[19] Mustafa Çağrıcı, agm.

[20] Câhiz, age., s. 90.

[21] Age., s. 90.

[22] Bkz. age., s. 92.

[23] Age., s. 97.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.