Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu: Mehmet Âkif’in Vaazlarındaki Millî Mücadele Ruhu

Prof. Dr. Abdulvahit İmamoğlu: Mehmet Âkif’in Vaazlarındaki Millî Mücadele Ruhu

Milli mücadele batılı devletlerin yurdumuzu istilasından sonra milletçe topyekün düşmanları yurdumuzdan çıkarmak için veri­len mücadelenin adıdır.

Bu mücadelenin kurtuluş savaşı, bağım­sızlık savaşı, milli cidal, milli mücadele, milli hareket gibi isimlerle de zaman zaman değerlendirildiğini görüyoruz.

Mehmet Âkif milli şairdir, İslâm şairidir, vaizdir, hatiptir, yazardır ve bunların ötesinde milli mücadeleye bizzat katılmış bir şahsiyettir. O, milli mücadelenin başlangıcında halkı düşmana karşı en etkin şekilde vaazlarıyla uyandırmaya ve daima teyakkuz halinde olma­ya çağırmıştır. Kastamonu Nasrullah Camii kürsüsünden halka hi­tap etmiş ve buradaki konuşmasına Al-i İmran Suresi, 118. Ayetin anlamını ifade eden bir girişle başlar.

Bu ayeti okuduktan sonra Âkif, “Ey Müslümanlar sizin bu ayetin hükmüne uymaktan başka kurtuluşunuz yoktur” demektedir. Vaa­zın devamında M. Âkif çok değer verdiği Hoca Kadri Efendinin ba- tılılar hakkındaki görüşünü şöyle yansıtır “bu adamların güzel şey­leri vardır fakat bunların hepsi kitaplarda kalmıştır.” Âkif bu sözü destekler mahiyette devam eder ve “heriflerin teknik ve sanayi­lerini almalı ama kendilerine kanmamalıdır. Bunların insanlara, özellikle Müslümanlara besledikleri öyle kinleri öyle düşmanlık­ları vardır ki, unutmaları mümkün değildir. Bunlar vicdan hürriyeti diye dünyayı aldatırlar” .

Yine milli mücadele yıllarında Balıkesirde Zağanos Paşa Camii’nde 6 şubat 1920 tarihinde verdiği vaazda Al-i İmran Suresi, 100-104. ayetlerinin anlamını vererek konuşmasına başlar. “Hepiniz Allahın ipine sımsıkı sarılınız sakın aranıza ayrılık gayrılık girmesine mey­dan bırakmayınız” demektedir .

Âkif konuşmanın devamında “hayat herkesin hakkıdır, evet, Alla­hın bütün yaratıkları yaşama hakkına sahiptirler fakat haklı olmak başka var olan hakkı savunmak yine başkadır.

Bizde güçlü olabilmek için birleşmeli ve öyle mücadele etmeliyiz. Ona göre; memleketi kurtarmak için ve namert taarruza karşı çıkabilmek için kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes topyekün mücadele etmelidir. Bu her fert için farz-ı ayindir.

Sebilürreşad derin keder ve ıztırab içinde. Feryat ediyor, fakat sesi sansür tarafından boğuluyor. Bir taraftan mandacılarla mücadele ediyor, Türk milletinin yalancı devletler vesayeti altına düşmesinin fecaatını anlatıyor , diğer taraftan Anadolu’da düşmana karşı harekete geçen milli kuvvetleri destekliyor. Mücahidlerin karargahı olan Balıkesire ko­şuyor. Orada bir avuç kahraman, hudutlarına dayanan düşman ordusuna karşı göğüsle­riyle, tırnaklarıyla savaşıyor.

Siz savaşın, bu cihadın içinde bulunduğunuz için o günleri hatırlarsınız. Halk heyecan içinde, kararan ufuklarda bir ümit ve teselli ışığı arıyor. Çarşılarda, mahallelerde davul­larla halka ilan ediliyor:

-Sebiürreşad heyeti Balıkesir’e geldi. Baş muharriri, büyük İslâm şairi Mehmet Âkif Za­ğanos Paşa Camiinde Cuma namazından sonra bir hutbe irad edecek ...

Halk akın akın camiye koşuyor. Cami doluyor, cami avlusu doluyor, taşıyor. Halkın çoğu taşlar, topraklar üzerinde cuma namazını kılıyor. Âkif kürsüye çıkıyor, o da çok heye­canlı. Euzu besmeleden sonra, salavattan sonra yüksek sesle ‘ey Müslümanlar!’ diye cemaate hitap ediyor, konuşmasının devamında, konuyla ilgili yazdığı “Alınlar Terlemeli” adlı şiirini okuyor.

“Cihan alt üst olurken, seyre baktın öyle durdunda, Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda”

Şiirin sonunu şöyle getiriyor;

“Bu hürriyet bu hak bizden bugün aheng-i sa’y ister

Değil üç dört alından, hep alınlardan boşansın ter”[1]

Eşref Edip anlatıyor: Âkifin çok heyecanla okuduğu şiir bütün gönülleri heyecana ver­mişti. Çok kimseler ağlıyordu. Âkif de kendisini zor zabt ediyordu. Biraz sukünetten sonra başladı:

Evet, biz Müslümanlar cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiyat, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan seyirci sıfatiyle baktık. Bilhassa şu son sene­lerde başımıza bir çok felaketler yağdı. El’an çilemizi doldurmadık. Sebebi hep seyirci kalmamız.

Hayat herkesin hakkıdır. Evet, bütün mahlukatı ilahiye hakkı hayata mâliktir. O halde Allah’ın diğer mahlukları arasında biz de yaşamakta haklıyız. Lakin bilirsiniz ki haklı ol­mak başka, haklı çıkmak yine başkadır. Her hangi hak olursa olsun, ihkak olunmadıkça sahibine hiçbir menfaat te’min etmez. Bu gün hangi milletin Mahkeme-i Adaletine koş- sanız, elinizde kuvvetiniz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsa-

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ ERSOY

nız, onun insani hissine ilticaya kalkışırsanız, hüsrandan başka bir netice elde edemez­siniz. İstihkak davasını yükseltebilir misin, her hangi mahkemeye gitsen haklısın. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahluk ;

- Yaşamak hakkımdır bu hakkı benden kimse alamaz diye haykırıp dururken, senin be­nim gibi bir miskin bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş... hiç tesiri olmaz hatta duyulmaz.

Halk kemal-i dikkat ve rikkatle dinliyordu. Âkif coştukça coştu. Vahdetten bahsetti, ya­bancıların aramıza saçtıkları tefrika tohumlarını anlattı. Konuşmasını şöyle bitirdi: Ru- meliyi baştan başa feth eden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdi. O kahraman ec­dadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz. Anadoluyu müdafaa hususunda diğer vi­layetlere önayak olma şerefini siz kazandınız. Sa’yiniz meşkürdur. İnşallah bu şanu şeref kıyamete kadar artar gider. İnşallah vatanımızın istiklâli, saadeti, refahı, ümranı dünyalar durdukça masun ve mahfuz kalır.

Âkif kürsüden inince herkes eline sarıldı ve kucaklaştı. Bu sözler halk üzerinde mahzun ve mükedder gönüller üzerinde çok tesirler husule getirdi.[2]

Mehmet Âkif’in İstiklâl Mücadelesindeki Tavrı

Mehmet Âkif milli mücadelede tespit ettiği sıkıntıları ortadan kaldırmak, halkı uyandır­mak ve mücadelenin daha başarılı olmasını sağlayabilmek için başlıca altı yol izlemek­tedir.

  1. Vatan sevgisini öne çıkarma
  2. Karşı tarafla(düşmanla) mücadeleye yönlendirme
  3. Tembellik ve miskinlikten uyandırma
  4. Ümit aşılama
  5. Birlikte hareket etme
  6. Müslümanların derdini dert edinme
  1. Vatan Sevgisini Öne Çıkarma

M. Âkif, bu ülke ve onun bağrında yaşayan müslümanlar için mücadele ister. Çünkü İslâm’ın son yurdu ve son kalesi burasıdır. O da elden çıktımı bütün dünyada perişan olan müslümanların sığınacağı, dayanacağı ve yeniden şahlanacağı asli güç ortadan kalkmış olacaktır.

Âkif bunu şöyle ifade etmektedir; “İyi biliniz ki, düşmanları defetmekte cebanet göster­mek, hezimet ve firar ile teslim-i diyar etmek, hüsran ve ar ile ölmektir. Aziz ve muhterem hayat ise, mütecavizlerin tecavüzünden masûn olan bir hayat-ı milliyedir. Binanenaleyh vahdet-i milliye ve diniyemizi himaye etmekte asla kusur etmeyiniz”[3]

M.Âkif bu konuda, Sebilürreşad’da 1334 (1918) yılında yayınlanan ‘Köy Hocası’ adlı ya­zısında; Geçmişe teessüfün hiç faidesi yoktur. Ye‘se düşmek ise nazarı İslâmda intiharın aynıdır. İşte kemali şükran ve hürmetle elimizde tuttuğumuz şu mübarek eser, şu köy hocası gösteriyor ki bu ümmetten henüz hayır münkatı’ olmuş değildir. Hâla vatanın se­lametini, saadetini düşünenler ve bu maksadı mukaddesin husulü için fisebilillah uğra­şanlar bulunuyor. Öyleyse bizde bu nuranî izi takip edelim. Biz de bu yolda çalışalım[4].

Esasen M.Âkif, vatan sevgisini ve bu topraklar için şehit olanlara verdiği değeri ‘Çanak­kale Şehitleri’ adlı manzumesinde en güzel şekilde terennüm etmiştir.

“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi...

Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

Gömelim gel seni tarihe! Desem, sığmazsın.”[5]

Yine Balıkesir Zağanos Paşa Camiindeki Vaazında M. Âkif; “Hepimizin bir vatan borcu, bir dini borcumuz vardır ki, onu ifa etme hususunda ufacık bir ihmal bile can değildir. Bu konuda hiçbirimiz köşemize çekilip, seyirci kalamayız. Çünkü düşman kapıya dayanmış ve namusumuzu çiğnemek istiyor. Bu namert saldırıya karşı koymak, kadın-erkek, ço­luk- çocuk, genç-yaşlı her fert için farz-ı ayn olduğu bir an bile unutulmamalıdır. Bugün herkes varını-yoğunu ortaya koymak zorundadır.[6]

  1. Karşı Tarafla (Düşmanla) Mücadeleye Yönlendirme

M. Âkif, Milli mücadelede Kastamonuda Nasrullah Camii kürsüsünden halka hitap ettiği meşhur konuşmasına (Al-i İmran suresi, 118. Ayet)’le başlıyor.

“Ey iman edenler! Kendi din kardeşinizden başkasını dost edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler...”[7]

Ayetini açıklayarak şöyle diyor; Sizin bu ayetin hükmüne uymaktan başka kurtuluşunuz yoktur. Size ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dinimize yabancı kimseleri kendinize sırdaş, dost ve arkadaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat yapmakta hiç kusur etmezler. Size sıkıntı verecek şeyleri isterler”.[8] Sözlerine şöyle devam ediyor. Bunların sizdenmiş gibi görünerek size güler yüz göstermelerine, sizin için çalışıyor görünmelerine asla kanmayın. Onların gece-gündüz istedikleri sizin felaketiniz, çökmeniz ve esaretinizden başka bir şey değildir.[9]

Âkif, V. Safahatta bir şiirine; ‘Kim Müslümanların derdini kendine mâl etmezse onlardan değildir’ Hadisiyle başlar ve şiirin sonuna doğru;

“Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam,

Yerde kalmış, na’şa benzer kavm için durmak haram!

Kahraman ecdâdınızdan sizde bir kan yok mudur?

Yoksa: İstikbâlinizden korkulur, pek korkulur!”[10]

Diyerek, düşmanla mücadele eden kahraman ecdadımızı hatırlatmakta ve o günkü Müslümanların da aynı mücadeleyi yapmalarını istemektedir.

  1. Tembellik ve Miskinlikten Uyandırma

Âkif Müslümanların tembelliğinden şikayetçidir. İslâm’ın özünde çalışmayı emretmek varken, İslâm’a mensup olanların bunun zıddını yapmaları Âkif’i üzmektedir. O bir va­azında;

“Evet biz müslümanlar, dünya çalışıp-didinirken, her gün her alanda biraz daha aşamalar kaydederken, biz onlara seyirci gibi baktık. Özellikle şu son yıllarda başımıza birçok fela­ketler yağdı. Halende çilemizi doldurmuş değiliz. Sebebi; din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerinde de gevşek davranmamız” demektedir[11].

Âkif, tembel ve miskinlerin; kendileri ve yaşadıkları toplum için hiçbir şey yapmadıkları­nı sadece yaşayacak kadar yiyerek hayat sürdüklerini;

“Bugün nasibini yerleştirince kursağına

‘Yarın’ nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sağına.”[12] diyerek ifade etmektedir.

Âkif, Müslümanların, Allah’a tevekkülü tembellik olarak algılamasını ve bu dünyaya de­ğer vermemek anlayışını yanlış yorumladığını ifade ile onları ironik bir ifadeyle ikaz et­mektedir.

“Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyanın?

Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevla’nın

Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;

Kabul ederse Cehennem ne mutlu, amca, sana!”[13]

  1. Ümit Aşılama

Âkif, Zağanos Paşa Camiindeki Vaazında;

Hiç düşündünüz mü, biz neden bu hale düştük? Bana göre bu sorunun cevabı; doğdu­ğunuz günden beri ana-babamız, siyasilerimiz, yazar-çizerlerimiz vs. kısaca büyükleri­miz bize, gelecekle ilgili ümit vermediler.

Ben küçüklüğümden beri; “Biz yapamayız. Avrupa ilerledi. Siz çok kötü günler görecek­siniz..., sözlerinden başka bir şey duymadım.”

Millî Mücadele ve 49

İSTİKLÂL MARŞI -------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çocuklar, siz geceli-gündüzlü çalışınız ki, bu memleket kurtulsun diye bizleri çalışmaya yönelteceklerine, karşılaştığımız sıradan adamlar, ruhlarımıza umutsuzluk aşıladılar[14].

Devamında ise Âkif; Mü’minlerin ye’se düşme imkânları yoktur. Sözün özü, İslâmda Allah’dan ümit kesmek haramdır.

Âkif Safahatında;

Ye’s öyle bataktır ki, düşersen boğulursun

Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar,

Me’yüs olanın ruhunu, vicdanını bağlar.[15]

Diyerek, ye’sin, üzüntünün insanları olumsuzluğa götüreceğini ancak ümitvar oldukça sıkıntılardan kurtularak başarıyı yakalayacağını ifade etmektedir.

Müslümanları ümitvar görmek Âkif’in en önde gelen arzusudur. Zira Osmanlının son dönemindeki yaşanan sıkıntılar, Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı halkı perişan etmiş­ti. İşte Âkif bu ortamda bütün sıkıntıların çalışma, gayret ve dayanışma yoluyla aşılaca­ğını ve buna bir de azmi eklemenin Müslümanları rahatlatacağını belirmekte;

“Demek ki azme sarılmak gerek mebadide

Yanında bir de tevekkül o azmi te’yide

Hülasa, azim ile me’mur olursa Peygamber:

Senin hesabına artık, düşün de bul, ne düşer!”[16]

Her şey mahvolup gitti zannedildiği bir zamanda Âkif, İstiklale koşan bu millete, milletin malı olarak nitelediği İstiklâl Marşı’nda;

“Doğacaktır sana va’dettiği günler hakkın

Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın”

Diyerek bütün ümitsizlikleri ortadan kaldıracak bir itici güç sunmaktadır.

  1. Birlikte Hareket Etme

M. Âkif’e göre birlikte hareket edebilmek güçlü olabilmek için gerekli olan asli unsur­lardandır. O, Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde (6 Şubat 1920) verdiği vaazında Âli İmran Suresi’nin (100-104.ayetlerinin) mealini ifadeyle; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık-gayrılık girmesine meydan bırakmayınız. Allah’ın hakkınızdaki ni­metini düşününüz. Cenab-ı Hakk kalplerinizi birleştirdi de O’nun nimeti sayesinde kar­deş oldunuz.” diyerek başlamaktadır. Bu ifade M. Âkif tarafından Safahatta (Alınlar Terle- meli) adlı şiirinde şöyle dile getirmiştir;

Bugün ferdi mesainin nedir mahsulü? Hep hüsran

Birer beyhude yaştır damlayan tek tek alınlardan

Cihan artık değişmiş, infiradın var mı imkânı, Göçüp ma’murelerden boylasın hatta beyâbânı Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cem’iyyet Gebermek istemezsen, yoksa izmihlal için niyet, “Şu vahdet tarumar olsun deyip saldırma İslâm’a Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma İşit, bir hükm-ü kati var ki, isti’nafa yok meydan Cemâ’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.[17]

M. Âkif birlikte hareket etmeyi hayatın her safhasında Müslümanlar için önemli bir düs­tur olarak görüyor. Ancak bunu başaramadığımızı ifade ile şöyle diyor; “Bakıyorum, ayrı ayrı pek iyi adamlarız. Bizi medeniyette dünyalar kadar geride bırakan milletlerin efra­dında bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum bir yere gelince bir heyet-i ictimaiye teşkil edemiyoruz. Çünkü o terbiyeden mahrumuz. İşte bizim muhtaç olduğumuz terbi­ye asıl bu ikinci terbiye olacak”[18].

Sebilürreşad’daki bir yazısında; “Bugün hayatın, maişetin, bugünkü aldığı tarz itibariyle bir insan tek başına bir iş göremiyor. Bütün işler şirketler, cemiyetler, milletler tarafından meydana getiriliyor. El hâsıl hiçbir şey ferdî sa’y ile, yani tek başına çalışmakla kâbil ola­mıyor. Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından dam­layan ter, tıpkı gözyaşı gibi dökülüp gidiyor, hiçbir fayda te’min etmiyor. Ne zaman, bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse işte o vakit bu sa’yin yeryüzünde bir eseri, bir izi görülebilir”[19] İslâm’ın ibadet ve hükümleri, insanlar arasındaki birliği sağlamak içindir. Fakat Müslümanlar kadar bölünmüş, ayrılık içinde bunalmış bir başka millet yoktur.[20]

Âkif bu ifadesini vaazın devamında bir ayetle pekiştiriyor ve “Sen onları birlik beraberlik içinde görürsün, Halbuki kalpleri parça parçadır.”[21] demektedir.

  1. Müslümanların Derdini Dert Edinme

Âkif Müslüman dünyasının sıkıntı içinde olduğunu devamlı dile getirmekte ve bunu Müslümanların birbirlerini yeterince anlamadığına, birbirlerinden kopuk olduğuna bağlamaktadır. Sebilürreşad’daki bir yazısında müminlerin kardeşliğinden söz etmekte; “Müminler birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir...”[22] ayetini verdikten sonra; iba­detlerin de Müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalar olduğunu söylemektedir. Deva­mında Hz. Peygamber “Müslümanların haline aldırmayan Müslüman değildir”[23] (Hadis-i Şerif) buyuruyor. Özellikle Mili Mücadele yıllarından önce yaşanan Balkan Savaşları ve burada müminlerin çektiği sıkıntılar da M.Âkif’i çok üzmüştür.

“Vatansız kalan derbeder ümmetim sefalet içinde. Aileler dağıldı, çocuklar, yuvalar ök­

süz kaldı. Camilerim, türbelerim, yakıldı yıkıldı, yok edildi. Kâbe’nin etrafı kimsesiz, sa­hipsiz ve harap. Ümmetsiz kalan dinim zayıflayıp gidiyor. Bütün bu harabelerin üzerinde ise, düşmanların ve hainlerin baykuş sesleri çınlamakta” diyerek Balkanlardaki hüsranı ve çaresizliği dile getirmekte ve buna çok hayıflanmaktadır.

Konuşmasının devamında Âkif, müstevlileri kastederek; “Bunların insanlara, özellikle Müslümanlara besledikleri öyle kinleri, öyle düşmanlıkları vardır ki, unutmaları müm­kün değil. Sureta dinsiz geçinirler. Vicdan hürriyeti diye dünyayı aldatırlar. Hele Müs­lümanları mutaassıp olmakla itham ederler. Oysa dünyada mutaassıp aranacaksa o da Batı’dır, Amerika’dır... Biz değil!”[24]

Yine Sebilürreşad’da yayınlanan ‘Hasbihal’ adlı yazısında; “Artık Allah için olsun birbiri­mizle uğraşmaktan vaz geçelim. Artık bu fırkalara, bu mel’un tefrikalara nihayet verelim. Biliyorsunuz ki şarkta, garbta, şimalde, cenupta ne kadar Müslüman varsa hepsi mah­kûm; hem de mahkumiyetlerin en zelili, en sefili ile mahkûm!İşte o zavallıların şimdilik dinlerini olsun muhafaza edebilmeleri de şu hükümet sayesindedir. Maazallah bu son Müslüman hükümeti de yıkılacak olursa Rusya2daki, Çin’deki, Hind’deki, Cava’daki el­hasıl dünyanın her yerindeki yüzlerce milyon Müslüman artık dinine sahip olamayacak. O zaman biz yalnız kendi vebalimizi değil, dörtyüz milyon ibadullahın vebalini de yük­leneceğiz. Ne dünyayı görecek gözümüz, ne huzur-u Rabbül’alemine çıkacak yüzümüz kalmayacak!”. Sebilürreşad, C.9-2, Sy. 221, Kasım 1914, s.232-233).

M.Âkif Nurullah Camiindeki vaazının devamında;

Mademki vatanı korumak farz-ı ayn’dir. Bu farzın gerektirdiği sebepleri elde etmek de farzdır. O halde onların ellerindeki silahlara bizim de sahip olmamız farz-ı ayndır diyor ve “Düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayacağız”[25] ayetini okuyarak devam ediyor.

“Öyleyse ne yapacağız? Aramıza sokulmuş fitne fesatları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık-gayrılık sebeplerini çiğneyerek, el-ele gönül gönüle vererek birlikte çalışacağız.”[26] Demek ki Müslümanlar Allah’ın resulünün emrettiği birliğe, cemaate sarılmadıkça, ahi- retlerini olduğu gibi, dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden önce birlik, cemaat, yar­dımlaşma. Bir kere bunu elde edelim, gerisi Allah’ın yardımıyla kolaylaşır.

M.Âkif’in Zağanos paşa Camiinde 6 Şubat 1920 tarihindeki vaazında Müslümanların uyanmaları, gayret göstermeleri, dayanışma içinde olmaları ve çokça çalışması gereği üzerinde durmaktadır. (Al-i İmran Suresi, 100-104. Ayetleri okuyarak sözlerine başlaması anlamlıdır.” Hepiniz Alllah’ın ipine sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık-gayrılık girmesi­ne meydan bırakmayınız. Allah’ın hakkınızdaki nimetini düşününüz. Cenab-ı Hakk kalp­lerinizi birleştirdi de O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.

M. Âkif bunu Safahatında “Alınlar Terlemeli” adlı şiiriyle manzumeleştirirken şöyle de­mektedir:

“Cihan alt-üst olurken, seyre baktın öyle durdun da,

Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda

Hayat elbette Hakkın, lâkin ettir, haykırıp ihkak.

Sağırdır kubbeler, bir ses duyar, dava-yı istihkak”[27]

Muhterem Müslümanlar! Evet biz Müslümanlar, dünya çalışıp didinirken, her gün her alanda biraz daha aşamalar kaydederken biz onlara seyirci gibi baktık. Özellikle şu son yıllarda başımıza birçok felaketler yağdı. Halen de çilemizi doldurmuş değiliz. Sebebi; din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerinde de gevşek davranmamız.[28]

M. Âkif “Umar mıydın?” şiirinde hüznünü ve iç dünyasının fırtınalarını dile getiriyor. Zira İslâm’ın en güçlü kalesi zor durumdadır. Bazı olumsuzlukları hayal etmek ızdırap veri­cidir. O bu durumu izah ederken “odama girdin” kapıyı kapadım, ağlamaya başladım. O gün akşama kadar İslâm’ın garipliğine, Müslümanların inhitatına ağladım, ağladım” diyor. Hüznünü mısralara dökerek şöyle diyor:

Görünmez aşina bir çehre olsun rehgüzarında

Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyarında?

Umar mıydın ki: Mabetler, ibadetler yetim olsun?

Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?[29]

Ülkenin ve Müslümanların düştüğü bu zor durumdan çıkış yolunu yine kendisi göste­riyor:

Sen ey biçare dindar, sanki, bizden hayr ümid ettin

Nihayet ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.

Samimi yaşlarında çoştu ruhum, hercümerc oldu;

Fakat, mâtem hâlâs etmez cehennemler saran yurdu

Cemaat intibah ister, uyanmaz gizli yaşlarla?

Çalışmak!... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.[30]

M.Âkif’in Oğlu Emin Ersoy’un Hatıralarında Milli Mücadele

Âkif’in oğlu Emin’in Millet gazetesinde 1948 yılında tefrika halinde çıkan yazısında; Mil­li mücadele yıllarında M.Âkif’in bu büyük savaşa nasıl iştirak ettiğini, kendisinin on iki yaşında babasıyla bir mayıs sabahında çok erken kalkarak Üsküdar’a doğru yola çıktık­larını yazarak tefrikasına başlıyor. Henüz güneş doğarken Karacaahmet mezarlığına va­rıyorlar ve burada daha sonra Birinci Mecliste Trabzon mebusu olan Ali Şükrü Bey onları karşılıyor. Bir faytonla Kısıklı üzerinden hareket ediyorlar. İkindiye doğru Alemdağı arka­larında bir çiftliğe geliyorlar. Ertesi gün buradan hareketle İzmit ile Adapazarı arasında bir köye varıyorlar. Orada Kuvayi Milliye’ye cephane götüren kalabalık bir kafileye iltihak ediyorlar. Yolda giderken çavuşlardan biri havaya bir el ateş ediyor. Diğerleri de bundan cesaret alarak havaya ateş açıyorlar. Bunun üzerine M. Âkif; “Arkadaşlar boşa attığınız her kurşun bir düşman öldürmeğe kâfi gelir. Bugünse elimizdeki kurşundan, sandıkları­mızdaki cephanelerden çok düşmanımız var, size rica ederim atışa nihayet veriniz” diyor. Bu sözler derhal tesir ediyor ve sesleri kesiliyor.

Kafile Geyve boğazına yaklaşırken bir köyde konaklıyor. Burada Kuşçubaşının oğlu Eşref Bey’le birleşiyorlar. Bu Eşref Bey Harb-i Umumide Necid çöllerinde M.Âkif’le birlikte olan kişidir. Daha sonra Geyve boğazını geçerken Arnavut Ahmet’in çetesinin bunları çevire­ceği haberi geliyor. Ancak bu gerçekleşmiyor ve kafile tehlikeli bölgeyi geçtikten sonra, M.Âkif, oğlu Emin, Eşref Kuşçubaşı, Ali Şükrü Bey kafileden ayrılarak tren yolu üzerinden dekovil ile Eskişehir’e geçiyorlar.

O zamanlar Yunanlılar İzmir’i işgal etmiş, Manisa, Aydın ve Ödemiş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir’den Ankara’ya trenle geçiyorlar. Tren öğleye doğru Anakara’ya varıyor. M. Âkif, Oğlu Emin ve Ali Şükrü eski Millet Meclisinin önüne geliyorlar. M. Âkif, Emin’e bahçede oturmasını söylüyor. M. Âkif Ali şükrü Bey’le meclise yöneliyor. O sırada Gazi Mustafa Kemal yanında Erzurum Mebusu Gözübüyük Zade Ziya Hoca ile birlikte geliyor. Ali Şük­rü Bey’in elini sıkıyor. Hoş geldiniz diyor. M.Âkif’e dönerek “sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim” diyerek uzaklaşıyor.[31]

Emin Ersoy hatıralarında, babasıyla Milli mücadele yıllarında Anadolu’nun bir çok şehri­ne gittiklerini, babasının buralarda bazen camilerde, bazen meydanlarda halka konuş­malar yaptığını ifade ediyor ve şöyle diyor; “Mehmet Âkif, Milli Mücadelenin muazzam bir cihat olduğunu halka o kadar yakından ikaz etti ki, bu vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu’nun bir çok vilayetlerinde, camiler­de, medreselerde, meydanlarda insan kütlelerine karşı hitap etti. Doğruyu söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde çok derin tesir ediyordu. Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu”.

Âkif, milli mücadelede Afyon’un Sandıklı ilçesinin en büyük camiinde akşam halka hitap ediyor. Buradan Dinar’a geçiyorlar. Burada üç gün kaldıktan sonra Antalya’ya gidiyorlar. Ancak bu yol oldukça dağlık, ormanlık olduğu için meşakkatli bir yolculuk yapıyorlar. Antalya’da Kuvvayi milliye’ye silah, cephane temin etmek için yardımda bulunacaklarla görüşüyorlar.[32]

Yine, Âkif’in Konya’da konferanslar ve camilerde vaazlar verdiğini oğlu Emin’den öğre­niyoruz.” Babası Konya’da Kuvayi Milliye’yi takviye edebilecek gönüllü kafileleri çoğalt­mak, bu yol uğrunda milletin gönlünde heyecanlar yaratmak maksadıyla nutuklar söy­ledi, konferanslar verdi. Kalabalık insan kitleleri onu huşu içinde dinliyor, sözlerine hak veriyorlardı.”[33]

Büyük Taarruz başladığında M. Âkif’in yazdığı ve Rauf Bey (Rauf Yekta)’in bestelediği;

“Yılma ölümden, yaradan askerim!

Orduma gazi dedi Peygamberim”

şeklindeki şiiri ordunun ağzından eksik etmediği bir marştı. Taarruzun başlamasıyla ge­len müjdeleyici güzel haberler M. Âkif’i sevindiriyor ve yerinde duramıyordu. Oğlu Emi­ni de yanına alarak önce Ankara’dan Eskişehir’e oradan da Afyon’a geçmişlerdi.

Emin bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Maneviyatı sıfıra inen müstevli hâlâ kaçıyor, piyademiz, süvarilerimiz de onları kovalamakta yarış ediyordu. Bazı yerlerde düşman oraları yakmaya, tahrip etmeye fırsat bulmuş, kasaba ve köylerimizi gazla yakarak harap etmiş, halka akla gelmeyen zulümler yapmıştı. Bilecik ve havalisine vardığımız zaman henüz söndürülemeyen yangınlara kovalarla su taşıdık. Babam M. Âkif de bu itfaiye ameliyesine bizzat iştirak etti”[34]

Emin Ersoy babası Mehmet Âkif’i şöyle anlatıyor. “O günlerde İstiklal Marşı’nı yazan ba­bam pek dalgın, çok müteheyyiç (heyecanlı) bir durumda idi. Her gün her gece, hatta her saat cephelerden bazı ümit verici ekseri üzücü haberler gelmekte idi. “Bülbül” man­zumesi işte o kararsız günlerin ve tehlikeli gecelerin tazallum eden sitemkâr bir mahsu- lüdür.”[35]

“Eşin var aşiyanın var baharın var ki beklerdin

Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun, Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun[36].

Sonuç

Sonuç olarak diyebiliriz ki; M. Âkif Milli mücadelenin ilk yıllarından itibaren hem ruhen hem bedenen bu mücadelenin içinde olmuş bir şairdir.

O mütarekede manda fikrine şiddetle karşı çıkmıştı; “Türkler’in 25 asırdan beri İstiklalle­rini muhafaza etmiş bir millet oldukları müsbet hakikattir. Türkler İstiklalsiz yaşayamaz!” diyerek bu milletin istiklal ve hürriyete düşkünlüğünü vurguluyordu.

Onun Kastamonu’da Nasrullah Camiinde verdiği vaazın yankılarının halk ve asker üze­rinde oldukça etkili olduğunu El Cezire Komutanı Nihad Paşa’nın M.Âkif’i bu hutbesin­den dolayı kutlamak için çektiği telgraftan anlıyoruz. Hatta bu hutbe Diyarbakır’ın en büyük Camisinde Cuma namazında okutulmuş ve daha sonra Diyarbakır vilayet matba­asında çoğaltılarak, Elaziz, Bitlis, Diyarbakır, Van illeri ve kasabalarındaki halka ve askeri birliklere dağıtılmıştır[37].

Mehmet Âkif, mücadelenin ancak fedakârlıkla yapabileceğine kanîdir. Bunun için en önde fedakârlığı kendisi göstermiş, mücadeleye bütün benliğiyle iştirak etmiştir. Buna aykırı hareket edenlere çok kızmaktadır. Bu konuda “Birde bakıyorum, vazifeperverliği, fedakârlığı daima başkalarından bekliyoruz. Dostlar şehit, biz gazi yağması dört elle sa­rıldığımız bir düstur.”[38] diyerek bu kızgınlığını dile getirmektedir.

Esasen M.Âkif’in VII. Safahatta yer alan şiirlerinin bir kısmı (Alınlar Terlemeli, Umar mıy- dın?, Halâ mı Boğuşmak, Yeis Yok, Azimden Sonra Tevekkül, Süleyman Nazif’e, Bülbül) şiirleri milli mücadeleye hazırlanma ve milli mücadele yıllarının yoğunluğunu, sıkın­tısını ve o dönem Müslümanların halini ve M.Âkif’in iç dünyasını ifşa eden mücadele ruhunun yansımalarıdır. Dolayısıyla M.Âkif, varlığıyla, şiirleriyle, yazılarıyla, vaazlarıyla, Müslümanların ve Türk milletinin vicdanına tercüman olmuş, İstiklâl Savaşının ve milli mücadelenin ruhunu yansıtmıştır.

Türkiye Yazarlar Birliği'nin vefatının 90. yılında Âkif'i anmak için düzenlediği bilgi şöleninin tebliğlerini içeren kitap, TYB'nin 45., Mehmet Âkif Ersoy Araştırmaları Merkezi'nin 6. kitabı...

Okumak için tıklayın.


[1] M.Âkif Ersoy, Safahat Edisyon Kritik, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1987, VII. Safahat, s. 381-382.

[2] Sebilürreşad, 1956, c.10, Sy. 234, 236, s.142,173.

[3] Sebilürreşad, c.16, Sy. 416, 22 Mayıs 1919

[4] Sebilülreşad, C. 15, Sy. 382, Aralık 1918, s. 332; Abdülkadiroğlu, A., M. Âkif Ersoy’un Makaleleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara 1987.

[5] Safahat VII, s.355-356.

[6] Sebilürreşad, C.18, Sy. 548, 12 Şubat 1920.

[7] Al-i İmran Suresi, 118.

[8] Al-i İmran Suresi, 118.

[9] Boşnakoğlu, İstiklal Marşı Şairinin İstiklal Harbindeki Vaazları, Ayyıldız Matbaası, İstanbul 1981, s.38-39.

[10] Safahat V, s.252.

[11] Balıkesir Zağanos Paşa Camii Vaazından, 6 Şubat 1920.

[12] Safahat IV, s.232.

[13] Safahat IV, s.233.

[14] Sebilürreşad C.18 no:458, 12 Şubat 1920.

[15] Safahat III, s.176.

[16] Safahat IV, s.219.

[17] Safahat, VII, s.381,382.

[18] Sırat-ı Müstakim, C.5, Sy.109, Eylül 1910, s. 74

[19] Sebilürreşad C.18, Sy. 458, 12 Şubat 1920 (Balıkesir Zağanos Paşa Camii Vaazından).

[20] Beyazıt Kürsüsünde, 12 Ocak 1913.

[21] Saff Sûresi, 2.

[22] Hucurat Suresi, 7.

[23] Sebilürreşad C.8, Sy.198,20 Haziran 1912.

[24] Sebilürreşad C.18 Sy. 464, 25 Kasım 1920; Boşnakoğlu, 1981, s.41.

[25] Enfal Suresi, 60.

[26] Sebilürreşad c.18 no:464, 25 Kasım 1920; Boşnakoğlu, 1981, s.45.

[27] Safahat VII, s.381.

[28] Sebilürreşad C.18 no.458 12 Şubat 1920.

[29] Safahat VII, s.383.

[30] Safahat VIII, s.384.

[31] Millet, 12 Şubat 1948, no:106 s.16.

[32] Millet, 26 şubat 1948, no: 108, s.15.

[33] Millet, 25 Mart 1948, c.5, no:112, s.15.

[34] Millet, 13 Mayıs 1948, no:119 s.18.

[35] Safahat Şairini Oğlundan Dinleyiniz, Millet, 1 Nisan 1948, c.5, no:113,s.18.

[36] Safahat VII, Bülbül, s. 396.

[37] Eşref Edip, M. Âkif ve 70 Muharririn Yazıları, İstanbul, 1938.

[38] Sırat-ı Müstakim, Sy. 108, s.60.

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler