Basra’dan Doğu Akdeniz’e stratejik hamleler: Savaş kapıda mı?

Basra’dan Doğu Akdeniz’e stratejik hamleler: Savaş kapıda mı?

Basra körfezi ile Akdeniz'in eşzamanlı olarak krize doğru savrulması, bu coğrafyaların sadece bölgesel değil, küresel jeopolitik açısından da büyük bir önem arz ettiğini gösteriyor.

Basra’dan Doğu Akdeniz’e stratejik hamleler: Savaş kapıda mı?

Basra körfezi ile Akdeniz'in eşzamanlı olarak krize doğru savrulması, bu coğrafyaların sadece bölgesel değil, küresel jeopolitik açısından da büyük bir önem arz ettiğini gösteriyor.

Basra körfezinde ve Doğu Akdeniz’de askeri hareketlilik, karşılıklı tehditler ve bir takım “faili meçhul” sabotajlarla sular her geçen gün daha da ısınıyor. Her iki gerginlikte de ön plana çıkan aktör ise hiç kuşkusuz ABD. Peki, ABD ne yapmaya çalışıyor? Niçin Doğu Akdeniz ve Basra körfezinde kriz eş zamanlı olarak tırmandırılıyor? Tüm bu hamleler ne anlama geliyor? ABD’nin bölgeye kuvvet yığmaya başlamasının ve İsrail ile birlikte bir takım işbirliği/ittifak süreçlerine hız vermesinin arka planında neler yatıyor? ABD İran’a saldırır mı? ABD tüm dünyayı bu krizler üzerinden bir savaşa sürükler mi, yoksa "blöf" mü yapıyor? Doğu Akdeniz’de savaş ne kadar uzak? Dünya nasıl bir krizle karşı karşıya?

Kuşkusuz, bu sorulara verilecek cevaplar, büyük ölçüde ABD’nin ne yapmak istediği ve bunu gerçekleştirmek için hangi yöntem ve araçlara başvuracağıyla ilgili önemli ipuçları verecektir. Fakat bu cevaplar için öncelikle şu hususun altını önemle çizmek gerekiyor: Bu iki bölgenin eşzamanlı olarak krize doğru savrulması, bu coğrafyaların sadece bölgesel değil, küresel jeopolitikte büyük bir önem arz ettiğini göstermektedir.

Nitekim burada her ne kadar karşımıza ilk etapta uluslararası su yolları ve enerji güvenliği çıksa da, meseleye daha geniş perspektiften bakıldığında, hedefin geniş manada Çin ve Rusya ikilisi, daha dar anlamda ise bu güç mücadelesinin birer tampon ve kilit ülkesi olarak İran ve Türkiye olduğu anlaşılmaktadır. Daha somut bir ifadeyle, söz konusu gerginliklerde Türkiye daha çok Doğu Akdeniz bağlamında doğrudan, Basra körfezinde dolaylı bir hedef iken, İran bunun tam tersi bir durumda bulunmaktadır.

Nitekim 11 Eylül’den bu yana Avrasya merkezli “Büyük Oyun” bir kez daha gündemdedir. Avrasya üzerinden tek kutuplu bir dünyayı inşa etmek isteyen ABD, bırakın merkezde kontrolü sağlamayı, kenar kuşakta tutunmakta bile zorlanmaktadır. 

ABD Ortadoğusu: Akdeniz-Hint okyanusu hattında güç mücadelesi

Adım adım gitmek gerekirse, öncelikle Soğuk Savaş sonrası itibarıyla (klasik jeopolitikçilerin tanımladığı) kara güçleriyle deniz güçleri arasındaki rekabet-mücadele sona ermemiştir. Bilakis her geçen gün daha da şiddetlenmektedir. Nitekim 11 Eylül’den bu yana Avrasya merkezli “Büyük Oyun” bir kez daha gündemdedir. Avrasya üzerinden tek kutuplu bir dünyayı inşa etmek isteyen ABD, bırakın merkezde kontrolü sağlamayı, kenar kuşakta tutunmakta bile zorlanmaktadır. Rusya-Çin ikilisinin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üzerinden kenar kuşak ülkelerini bir bir kendi ittifak sistemi içerisine dahil etmeleri, örneğin kenar kuşağın iki önemli gücü olan Pakistan ve Hindistan’ın ŞİÖ’ye tam üyeliği ve İran’ın gözlemci statüsü ve Türkiye’nin diyalog ortaklığı, bunun en temel göstergesidir. Dolayısıyla ABD, Avrasya merkezli oyunu kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.

Bu durum da ABD’yi bir kez daha Ortadoğu’ya sevk etmektedir. Fakat bu Ortadoğu bizim bildiğimiz bölge değildir. ABD açısından Ortadoğu tanımı çok daha geniş bir coğrafyayı içine almaktadır. Genel kabul görmüş tanımın dışında, ABD açısından merkezinde Basra körfezinin yer aldığı, Güney Kafkasya’yı da içine alan ve Cebelitarık boğazından başlayıp Malaka boğazına kadar uzanan Akdeniz-Hint okyanusu hattı "ABD Ortadoğusu"nu oluşturmaktadır.

Nitekim ABD’nin 11 Eylül’ün ertesinde Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgali ve akabinde Kuzey Afrika’dan başlamak üzere Doğu Akdeniz’den Basra’ya kadar uzanan hatta Arap Baharı ile bölgeyi dizayn girişimleri ve yine son dönemde Myanmar ve Sri Lanka’da yaşanan gelişmeler, bu jeopolitik tanımı bir kez daha teyit etmektedir.

Somut bir ifadeyle, örneğin Basra körfezini ve Hürmüz boğazını kontrol edecek olan güç, (Çabahar ve Gwadar limanlarında görüldüğü üzere) aynı zamanda bölgedeki su yolları üzerinde ve sıcak denizlere çıkışta da önemli bir inisiyatifi (söz konusu projeleri akamete uğratma ya da kontrol etme boyutuyla) ele geçirecektir.

Doğu Akdeniz ve Basra’nın önemi

“İkinci Basra” ya da daha geniş anlamda “İkinci Körfez” olarak bile nitelendirilen Doğu Akdeniz ile Basra körfezi jeopolitiği, yukarıda zikredilen “ABD Ortadoğusu” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu”nun tam olarak merkezinde yer almaktadır. Doğu Akdeniz-Basra hattı, bu noktada “Yeni Büyük Oyun”da belirleyici bir jeopolitik-stratejik öneme sahiptir. Bu bölgeye hakim olan, büyük ölçüde “Genişletilmiş Avrasya” merkezli güç mücadelesinin de galibi olacaktır. Daha somut bir ifadeyle, örneğin Basra körfezini ve Hürmüz boğazını kontrol edecek olan güç, (Çabahar ve Gwadar limanlarında görüldüğü üzere) aynı zamanda bölgedeki su yolları üzerinde ve sıcak denizlere çıkışta da önemli bir inisiyatifi (söz konusu projeleri akamete uğratma ya da kontrol etme boyutuyla) ele geçirecektir.

Ortadoğu’yu kontrol etmek, ABD’nin yüzyıllık hedefidir. ABD’nin jeopolitik ve jeostratejik ideallerini belirleyen başkanı Eisenhower’ın bölgeyle ilgili şu ifadesi meseleyi büyük ölçüde özetlemektedir: “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. 

Bu bağlamda, Basra körfezinde tırmandırılan krizin temel hedefi Çin ve onun yürüttüğü Kuşak-Yol Projesi’dir. Aynı zamanda Hindistan’ın İran üzerinden bölgede inşa etmeye çalıştığı stratejik açılım da darbe alacaktır. Rusya’nın başını çektiği Kuzey-Güney Koridoru da burada hedeftir. Hazar-Basra hattı işlevsiz hale gelecektir.

Dolayısıyla ABD’nin Basra körfezi ve Doğu Akdeniz’e yaptığı askeri yığınak, Ön Asya merkezli “2 Okyanus-5 Deniz Stratejisi”nin bir parçasıdır. Bu strateji, Soğuk Savaş dönemiyle birlikte ABD’nin “çevreleme/kuşatma” politikalarının ayrılmaz bir parçası olarak da karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Ortadoğu’yu kontrol etmek, ABD’nin yüzyıllık hedefidir. ABD’nin jeopolitik ve jeostratejik ideallerini belirleyen başkanı Eisenhower’ın bölgeyle ilgili şu ifadesi meseleyi büyük ölçüde özetlemektedir: “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. Bütün gücümüz ve araçlarımızla örgütlenme yeteneğimizden, sevk ve idaremizden faydalanarak, Ortadoğu’yu kazanmak zorundayız”.

Basra ve Doğu Akdeniz jeopolitiğini derinden etkileyen, ABD’nin bölgeye yerleşmesini “kaçınılmaz kılan” gelişmeler şu şekilde sıralanabilir: 1. İsrail devletinin kurulması ve bölgede Arap-İsrail sorunu ekseninde yaşanan savaşlar; 2. Eşzamanlı olarak gerçekleşen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın SSCB tarafından işgali; 3. İran-Irak Savaşı ve sonrasında Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle birlikte farklı bir boyut almaya başlayan “Körfez Savaşları”; 4. 11 Eylül ve Afganistan-Irak işgalleri; 5. Arap Baharı-Suriye İç Savaşı ve ABD-İsrail ikilisinin Kuzey Afrika’dan Körfez’e uzanan hattaki BOP dizaynları; 6. Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yatakları; 7. Bu bölgelerin enerji güvenliği politikaları açısından özellikle arz ve güzergâh boyutlarıyla artan önemleri; 8. “Kuşak-Yol Projesi” ile birlikte gündeme gelen ve ABD çıkarlarını, denizlere dayalı üstünlüğünü derinden tehdit eden “İpekyolu Projeleri”; 9. Yükselmekte olan bölgesel-küresel güçler açısından taşıdığı önem.

“Büyük İsrail”e giden süreçte “Büyük Ortadoğu Projesi”

ABD açısından Doğu Akdeniz ve Basra’yı önemli kılan bir diğer husus da, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) varlık nedeni olan “Büyük İsrail”dir. Doğu Akdeniz-Basra hattı, İsrail’in güvenliğinin ve çıkarlarının sağlanması kadar, “Büyük İsrail” projesinin hayata geçirilmesi açısından da ehemmiyet arz etmektedir. Doğu Akdeniz ve Körfez eksenli yeni ittifak oluşumlarında İsrail’in oynadığı rol bu açıdan önemlidir.

ABD-İsrail ikilisi “bölgede ve dünyada istikrar ve güvenliğin güçlendirilmesini hedefleyen bir paktın kurulması yönünde atılan bir adım” olarak nitelendirdikleri “Stratejik Ortadoğu Paktı” (Arap NATO’su) ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt, Umman ve Ürdün’ü kapsayan bölgesel bir ittifak inşa etmeye çalışıyor.

Bu ittifakın hedefi İran’dır. İran tehdidi üzerinden “Büyük İsrail”in güvenliğini sağlayacak ve “İslam iç savaşı”nı on yıllar boyunca garanti altına alacak bu “sol kanat ittifakı”, aynı zamanda Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarını da sabote edecektir.

Benzer şekilde ABD-İsrail ikilisinin Doğu Akdeniz’de de stratejik işbirliklerine yöneldiği görülüyor. Bu bağlamda, içinde İsrail’in de yer aldığı Yunanistan, GKRY ve Mısır’ın ön plana çıktığı bir “Doğu Akdeniz İttifakı” girişimi de dikkatlerden kaçmıyor. İlerleyen süreçte, değişen şartlara bağlı olarak Ürdün, “Filistin Devleti” ve İtalya’nın da bu ittifaka dahil edilebileceği anlaşılmaktadır. Filistin’e yönelik gündemde tutulan “Yüzyılın Anlaşması”nın gizli hedeflerinden birini de bu teşkil etmektedir. Hayfa için “Doğu Akdeniz’in Rotterdam’ı” sloganını geliştirenlerin, Filistin Yönetimi’ne sunulan rüşvet niteliğindeki “bölgenin Singapur’u yapma” vaatleri de yine bu kapsamda değerlendirilebilir.

“Doğu Akdeniz İttifakı”nın öncelikli hedefinin Türkiye olduğu da aşikârdır. Türkiye’nin bölgede “statükoyu” bozan bir tehdit olarak lanse edilmesinin arka planında bu yatmaktadır. Bir diğer hedef ise yine İran’dır. İran’ın Suriye-Lübnan-Filistin hattında inşa etmeye çalıştığı direnç cephesi ve İran’dan Suriye’ye uzanan “Akdeniz Koridoru” burada bir hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kapsamda gündeme getirilen “Arap-Fars Savaşı” da sonuçları itibarıyla bu projeyi hızlandırıcı bir rol oynayacaktır. Bu savaşın galibi ne Farslar ne de Araplar olacaktır. Aynı şekilde Akdeniz’de tezgâhlanan olası bir Türk-Yunan savaşının da galibi bu iki ülkeden biri olmayacaktır.

“Büyük Oyun”un yeni adresi: “Stratejik dörtgen”

Soğuk Savaş sonrası oluşan uluslararası ortam ve sistem gerçekliği çerçevesinde, tüm aktörler açısından Avrasya’nın merkezine Türkiye-Mısır-İran-Suudi Arabistan dörtgeni oturmuş görünüyor. Bu dörtgen, aynı zamanda Türk-İslam dünyasının da kalpgâhını oluşturuyor. Bu dörtgene sahip olmak, İskender ve Roma’dan bu yana tüm büyük güçlerin en önemli hedefi olmuştur. Cihan devleti Osmanlı da bu dörtgenin üç buçuk ayağına sahip olabilmiş ve Ortadoğu merkezli olarak Cebelitarık’tan Basra’ya kadar bölgeyi kontrolü altına alabilmiştir. İngiltere’nin emperyal bir devlet olmasında da, bu “Stratejik Dörtgen”in unsurlarını birer birer kontrolü altına alması önemli bir aşamayı oluşturmaktadır.

Özellikle Soğuk Savaş sonrası itibarıyla “Stratejik Dörtgen”in yeni uluslararası sistemin yönünü ve adını tayin edici yeri/önemi, mevcut küresel güç ve yükselen güçler açısından onu günümüzde de hedef haline getirmiştir. Mısır Arap Baharı ve sonrasında gerçekleştirilen askeri darbeyle bir kez daha “Camp David Düzeni” içine dahil edilirken, Suudi Arabistan ve İran krizlerle savaş içine sokulmak suretiyle kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Suudi Arabistan’daki saray içi darbeler, istikrarsızlık ve belirsizlikler, bu ülkeyi ABD-İsrail ikilisi açısından “Stratejik Dörtgen”in sakat ayağı konumuna sokmuş durumdadır. ABD açısından Körfez’deki kontrollü krizin temel hedeflerinden birinin de, bu bağlamda başta Suudi Arabistan olmak üzere, Körfez ülkelerini kontrol altında tutmak olduğu bir kez daha görülmektedir.

ABD Doğu Akdeniz ve Basra’daki son ataklarıyla, bu dörtgenin kontrol edemediği iki kritik ayağını, nüfuz alanlarıyla birlikte etkisi altına almaya çalışmaktadır. Bu iki aktör hiç kuşkusuz Türkiye ve İran’dır. Soğuk Savaş sonrası dönemde sistemdeki belirsizliği ve krizi fırsata çevirmek istemeleri ve bu kapsamda hızla tarihsel kodlarına dönerek uluslararası politikanın pasif nesnesinden aktif bir öznesine dönüşmeye çabalamaları, bu iki ülkeyi ABD açısından hedef konumuna getirmiştir. İran şu an doğrudan doğruya bir savaşla tehdit edilirken, Türkiye’ye de onun üzerinden mesaj verilmeye çalışılmaktadır.

ABD’nin en büyük korkusu, Türkiye’yi tamamen kaybetmek ve “Merkezi Avrasya İttifakı”nın oluşumunu engelleyememektir. 

“ABD Ortadoğusu”nun sonu mu?

ABD Türkiye olmadan “Stratejik Dörtgen” üzerinden “Genişletilmiş Ortadoğu”ya sahip olmayacağının farkındadır. En azından Türkiye ve onun çok yakın müttefiki olan Pakistan’ın desteği olmaksızın İran konusunda yapacağı her türlü hamlenin boşa çıkacağını bilmektedir. Washington Ankara’nın stratejik derinliğini, dış politikada attığı/atacağı adımların sıradan hamleler olmadığını, bölgesel-küresel jeopolitiği etkileme kapasitesini çok net bir şekilde bilmekte ve görmektedir. Bundan dolayı her ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi yanında görmek istemektedir.

ABD’nin en büyük korkusu, Türkiye’yi tamamen kaybetmek ve “Merkezi Avrasya İttifakı”nın oluşumunu engelleyememektir. Zira yukarıda da detaylı bir şekilde izah edildiği üzere, Basra ve Doğu Akdeniz hamlelerinin temel hedefi, kendisine meydan okuma kapasitesine sahip olan bu ittifakın ve benzerlerinin oluşumunun önüne geçmektir. Görülen o ki ABD bu korkuya büyük ölçüde kendisini kaptırmıştır ve bu ittifakı bir anlamda kendi elleriyle inşa etmektedir.

Son günlerde tekrar Rusya’ya ağırlık vermesinin altında da bu yatmaktadır. ABD kendi stratejik aklınca Rusya’yı yanına alarak bu olası ittifak oluşumunun önüne geçmek ve İran’ı yalnızlaştırmak suretiyle bu son krizde onun direncini kırmak istemektedir. Yani savaşa gitmeden, onu diplomatik manevralarla teslim olmaya zorlamaktadır. Aynı şekilde Doğu Akdeniz ve Suriye krizlerinde de Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve nihayetinde bir kez daha kendisine mahkûm kılmak istemektedir.

Peki, Rusya nasıl bir adım atar? Rusya elbette öncelikle çıkarlarına bakacaktır. Fakat unutulmamalıdır ki Rusya’nın şu anki görece gücü Avrasyalı güçlerle yaptığı işbirliğinden kaynaklanmaktadır. Bunları kaybettiği an Rusya Akdeniz’de tutunamayacağı gibi, Balkanlar-Karadeniz-Kafkasya-Hazar-Orta Asya-Afganistan hattında da kendisini pek huzurlu hissetmeyecektir. Ayrıca Çin daha da güvenilmez bir aktör haline dönüşecektir. Dolayısıyla Rusya’nın menfaatleri bu coğrafyada başlattığı işbirliğini devam ettirmekten geçmektedir.

Rusya da bunu devam ettireceği mesajını vermektedir. Rusya ABD’nin hatalarının, yanlış hesaplarının ve kendisinin Türkiye-İran ikilisiyle geliştirdiği stratejik işbirliğinin Ortadoğu merkezli İslam dünyasında ona sağladığı gücü daha da derinleştirme eğilimindedir. Irak’ın Rusya’dan S-400 alacağını açıklaması bu hususta fazlasıyla fikir vermektedir. Irak Başbakanı Abdülmehdi’nin Türkiye ziyaretini de bu kapsamda bir yere not etmek gerekiyor. ABD Doğu Akdeniz ve Basra’da çırpındıkça batıyor!

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

 

Kaynak:Haber Kaynağı

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler