Hayri Bostan: Ramazan Düşünceleri

Hayri Bostan: Ramazan Düşünceleri
Müslümanlar ramazanlarda çarşı pazara saldırarak ne kadar kalitesiz mal varsa silip süpürdükleri gibi, bilgi bakımından da kendilerine sunulan İslam dışı martavalları alıyorlar ve dindarlıklarını bunlara göre şekillendiriyorlar. Bir gün birisi çıkıp da..

HAYRİ BOSTAN: Ramazan Düşünceleri

Ramazan Düşünceleri

Müslümanlar ramazanlarda çarşı pazara saldırarak ne kadar kalitesiz mal varsa silip süpürdükleri gibi, bilgi bakımından da kendilerine sunulan İslam dışı martavalları alıyorlar ve dindarlıklarını bunlara göre şekillendiriyorlar. Bir gün birisi çıkıp da: “Kral çıplak” deyince de kızgın boğalara dönüyorlar.

Ramazan ayı okumak ve yazmak için en güzel fırsatları veriyor. Hele de benim gibi emekliyseniz yapacağınız başka ne olabilir? Okumak ve yazmaktan başka neyle geçer ki vakit? Camilerdeki mukabeleler beni kesmiyor. Hiçbir şey anlamadan, sadece okuyup geçmek ve okumanın da, dinlemenin de bir işkenceye dönüştüğü bu uygulamalara katılmaktansa evde okuyorum. Her sayfayı ayet ayet, sayfa sayfa manasıyla okuyorum. İlgimi çeken yerlerin altını, üstünü çiziyorum. Kenarlara notlar düşüyorum.
Bunun yanında bir de roman okuyorum. Gazetelerdeki köşe yazılarından takip ettiklerimi okuyorum… Bu uzun yaz günlerinde zaman bana yetmiyor, yetiştiremiyorum.

Önemli gündem konularında yazmaya cesaret edemiyorum. Sadece 17 Ağustos Marmara Depremi ile ilgili yazmıştım. 15 Temmuzla ilgili yazmaya cesaret edemedim. Kudüs’teki katliamla ilgili de yazamadım. Suriyeli mültecilerin Ege’de toplu boğulmalarıyla ilgili, gerek Suriye şehirlerinde, gerekse bizim ülkemizde yaşadıkları trajedileri de yazmaya cesaret edemedim.
Bu nasıl bir yazarlık diyenler çıkabilir elbette. Ben yazar değilim ki. Ben sadece amatör olarak yazmaya çalışan bir bireyim. Bazı arkadaşlar yazdıklarımı çok önemsediğimi sanıyorlar. Ben ne yaptıklarımı, ne kendimi hiçbir zaman önemsemedim. Hatta bir şeyler yazmaya kalkışmayı haddimi aşmak ve saygısızlık olarak gördüm hep. Buna rağmen gene de bazı dostlarım tarafından zaman zaman hırpalanmaktan da kurtulamadım.

Hiçbir zaman laf olsun diye ne konuştum ne de yazdım. Bana:” Teravih namazı kaç rekâttır:” diye soran birisine rahatlıkla: “İki rekâttır” diyebildim. Birçoklarına çok ters, çok aptalca, çok şuursuzca gelebilir; ama ben ne dediğimden çok emin bir şekilde bunu söylüyorum. Teravih, evvabin, duha gibi nafile gayrı müekket sünnetlerin iki iki kılınması bilinen bir şeydir. Kılınan bir namazın sonunda selam verilince o namazdan çıkıldığını da herkes bilir. Demek ki neymiş? İki rekât teravih kılıp da selam verdiğimiz zaman o namaz bitmiş oluyor. Sonra iki daha kılıyoruz, iki daha kılıyoruz… Bu böyle devam ediyor. Sekiz rekât, yirmi rekât; hatta bazı mezheplerde otuz rekât kılındığını da biliyoruz. Toplamda kaç rekat kılarsanız kılın, her selam verdiğinizde o namaz bitmiş oluyor.
Bu kadar basit konularda bile Müslümanların birbirlerini incitecek kadar tartışmalara girmeleri, saldırılara kalkışmalarının nedeni ne olabilir? Elbette ki cehalet, başka ne olacak ki.

Hal böyle olunca vaizlerin, yazarların, konuşmacıların yapacakları tek şey kalıyor: Bilinen paradigmayı tekrar etmek. Belli çizginin dışına milim sapmamak, farklı bir görüş, düşünce, bakış açısından asla söz etmemek lazım geliyor. Yoksa sizi sapkınlıkla, modernlikle, reformculukla, ajanlıkla, münafıklıkla, kâfirlikle rahatlıkla suçlayabilirler.

Bir arkadaş soruyor: ” -Yahu, anneler gününde, babalar gününde, sevgililer gününde... Bütün firmalar indirim yaparlar, kampanyalar yaparlar. Ama nedense ramazanda -ki nihayet bu da öyle, toplumun önemsediği günlerdendir-, neden indirim yerine hep fiyatları şişirme kampanyası yapılıyor?"
Sahi, neden acaba?
Markete gidiyoruz tıklım tıklım. Fırına gidiyoruz, iğne atsan yere düşmez... Her yer cıvıl cıvıl. Ramazan sanki oruç ayı değil de, daha çok yenen ve daha çok içilen bir ay olmuş.”

Ben bunları, dindarlara dil uzatmak, suçlamak, karalamak için yazmıyorum. Keşke davranışlarımızı birazcık sorgulayarak, bize verilen irade-i cüz’iyeyi kullanarak yapabilsek diyorum.

Cuma günleri köyüme gitmek hoşuma gidiyor. Çünkü orada daha çok tanıdıklarım var. Cumanın Cuma olduğunu orada daha çok hissediyorum.
Bu cuma cenaze de vardı. Camiye girdim. Kürsüde yaşlıca bir hoca vaaz ediyordu. O kadar düzgün konuşuyordu ki, konuşmasına hayran kaldım. Keşke o güzel konuşma becerisini biraz da sahih bilgilerle taçlandırsa diye geçti içimden.
Caminin son cemaat yerinde bir levha var. Yazısı çok güzel olan bir arkadaşımız her hafta oraya bazı ayet ve hadis metinleri ve mealleri yazıyor. Kendisi Arapça bilmediğinden daha çok mealleri yazıyor. Ama nereden buluyorsa sanki özellikle seçiyor ve aslı astarı olmayan uydurma hadisler yazıyor oraya. Bir kere imama dedim ki: “Bu arkadaş oraya yazacağı şeyleri önce sana göstersin, onayını alsın ve öyle yazsın, daha güzel olur…” Ama yapmadılar sanırım. Aynen devam ediyor…

“Canım, ne olacak. Zaten kim okuyor ki oraya yazılanları diyebilirsiniz. Ama Müslümanların ibadet anlayışlarını, din anlayışlarını maalesef bu tür martavallar oluşturuyor. Asırlarca bu böyle devam etmiş de ne olmuş? Bugün artık “indirilen din” ve “uydurulan din”den söz ediliyor.

Bu evrensel Yüce İslam Dini artık hayatımıza yön ve şekil vermiyor. Olaylara bakışımızı, yaşam tarzımızı, çevre duyarlığımızı, temizlik anlayışımızı, sosyal ilişkilerimizi belirlemede etkisi olmuyor. Din adına yapılan şeyler artık bir kasaba uyanıklığına dönüştü. Adam ramazan boyu camiye gelmiyor, kadir gecesi geliyor ve işi bitiriyor. Dünyevi işlerimizde de, uhrevi işlerimizde de bu kurnazlık, bu kasaba uyanıklığı hâkim hale gelmiş. Çünkü vaizler vaazlarında çevre temizliğinden, insan hakları ve kul hakkı duyarlığından, dürüstlükten, temizlikten fazla bahsetmez oldular. Varsa yoksa her türlü ilmîlikten uzak Allah isbatı, ahiret ispatı gayretleri yer alıyor konuşmalarda. İnsanlara dini sevdirmek, güzel insan olmayı özendirmek yerine korkutmak ve güya çaresiz bırakarak, ölümü göstererek sıtmaya razı etme tarzı uygulanıyor. Hayata uygulanması imkânsız şeyleri dinin vecibeleriymiş gibi dayatacaksın. İnsanlar nasılsa bunları yapmak zorundalar. Sonra da birer zelil günahkâr olarak ellerinize düşecek, size teslim olacaklar.

İnsanların kafaları o kadar yanlış şeylerle doldurulmuş ki artık doğruyu söyleyeni taşlıyorlar.

Devletin resmi işletmesi bir kurum bile tapon çaylarını Ramazan Çayı” diye piyasaya sürebiliyor. Üç beş kuruş ucuz diye de bu necip halkımız alıyor. Sadece fiyatlar yükselmiyor, bunun yanında kalite de düşüyor. Yani kötü malları en yüksek fiyatla satabiliyorlar.
Asıl demek istediğim şu: Müslümanlar ramazanlarda çarşı pazara saldırarak ne kadar kalitesiz mal varsa silip süpürdükleri gibi, bilgi bakımından da kendilerine sunulan İslam dışı martavalları alıyorlar ve dindarlıklarını bunlara göre şekillendiriyorlar. Bir gün birisi çıkıp da: “Kral çıplak” deyince de kızgın boğalara dönüyorlar.

Bizler de kendimizi onların dışında görmüyoruz. Üç aşağı beş yukarı aynıyız. Okullarda aynı eğitimi aldık. Aynı toplumda yaşıyoruz. İster istemez kafalarımızda bir paradigma oluşuyor. Bir gün geliyor, sorgulama ihtiyacı duyuyorsunuz. Bu, okuduğunuz kitaplardan, gezip dolaştığınız dünyalardan, kazandığınız entelektüel kişilikten kaynaklanabiliyor. Asırlardır suspus dinleyen bir toplumda bir gün birsi başını kaldırıp bir soru sorma cesaretini gösterince de başına gelmeyen kalmıyor.

Biz eski kuşaklar bu tür soruları sormaya fazla cesaret edemiyoruz belki; ama yeni bir nesil, yeni bir kuşak geliyor ki onlar bu işleri hallaç pamuğu gibi atacaklardır. Bizim kuşaklar onları beğenmeseler de bence ne varsa onlarda var.

Mustafa Kemal’in; “muallimler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır” demesi çok manidardır. Gene “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” sözleri aslında çok yerinde sözlerdir; ama bunlar siyaset malzemesi haline getirilip belli bir kesime mal edilince beklenen etkiyi yapmıyor.

Bu satırları okuyanlardan bazıları Atatürk’ten alıntı yapmama çeşitli anlamlar vereceklerdir. Dünyaca meşhur ne kadar ateist filozof varsa onlardan alıntı yapabilirsiniz; ama Mustafa Kemal Atatürk’ten alıntı yapmanızı bazıları hoş karşılamaz. Aynı şekilde Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı”nı okur ve o devirlerin eleştirisini yaparsanız bu sefer de Kemalistlerin hışmına uğrarsınız.

Ne dindarlığımızın, ne dinsizliğimizin, ne iktidar yanlısı olmamızın, ne muhalefet yanlısı olmamızın bir tadı kaldı. Düzeysizleşme her yandan kuşattı bizleri. Herkes bir yerlere yapışmış; ama o yapıştıkları şey hakkında da yeterince bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş, karşı tarafa ver yansın ediyor. Mustafa Kemal Atatürk gibi bir liderin yolunda olduğunu iddia eden, vatanperverliğinin ve milliyetçiliğinin, çağdaş uygarlık seviyesine erişme iddiasındaki insanlar nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bu derece düşman olabilir? Bunu anlamak mümkün mü? Demokrasiyse demokrasi, uygarlıksa uygarlık, muasır medeniyet seviyesiyse işte muasır medeniyet seviyesine çıkma cabaları. Yollarımız, hastanelerimiz, havalimanlarımız, sağlık hizmetlerimiz muasır medeniyet seviyesinin belki üstünde bugün. Ama insan kalitesi maalesef aynı ölçüde gelişemiyor. Ne dindar kesimlerimizde, ne de seküler kesimlerde.

 Demek ki aslında yok birbirimizden farkımız.

 

Hayri BOSTAN
uzmanustaz@hotmail.com

Kaynak:

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.