İktidar ve adalet kitabı üzerine
Yayın dünyasında uzun soluklu iz bırakan ve birbirinden değerli çalışmalara imza atan Yüksel Kanar Beyefendi ile Üsküdar’da hemşehrileri tarafından işletilen nezih bir kitap kafede buluştuk. Kaliteli bir mülakat, biraz da mekan tercihindeki isabet ile doğru orantılıdır. İyi insanların, iyi sunumlar eşliğinde yöresel lezzetler sunduğu; en mühimi, kitabın el üstünde tutulduğu bir vasatta mülakat da, sohbet de pek keyifli oldu. Yayınlanmış son kitabı “İktidar ve Adalet, İslam Siyaset Düşüncesinde Siyasetnameler” bağlamında Yüksel Kanar ile siyaset teorisi ve siyasetname geleneği üzerine konuştuk. Buyurunuz...
Öncelikle siyasetname ve siyasetname kültürüne olan ilginizi öğrenelim. Neden böyle bir konuda çalışma arzusu hissettiniz?
Ben felsefe okudum. Felsefede aynı zamanda devlet felsefesi de var. İslam dünyasında siyasetle ilgili birçok alan ve bu alanda verilmiş birçok eserin olduğunu biliyoruz. Fakat maalesef Türk okuyucusu ya da üniversitelerimizde daha ziyade Batı felsefesi ve batılı siyaset düşünürleri okutulur. İlginç bir şekilde mesela Machiavelli’yi, Thomas Hobbes’u, Rousseau’yu herkes bilir. Eflatun’un devlet görüşünden hemen herkes haberdardır; ama İslam dünyasında siyasetle ilgili yazılmış üç tane eser yahut düşünür söyleyin desek, belki bir tek Farabi akla gelir. Hadi buna Nizamülmülk’ün siyasetnamesini de ekleyelim. Fakat ötesi yoktur.
Siyasetname geleneğinde 250 kitap var
Dolayısıyla bu ülkenin çocukları maalesef kendi siyaset düşüncesini bilmez ve fakültelerinde de bunlar okutulmaz. Bu durum dikkatimi çekmişti. İslam dünyasında fıkıh, kelam, felsefe alanlarında siyasete dair konuları içeren müstakil kitaplar yazılmıştır. Tür olarak siyasetnameler de başlı başına bir alan. Siyasetnameler üzerine araştırma yapmayı bu yüzden istedim. En azından 250 adet siyasetname kitabı tespit edilmiş İslam dünyasında. Düşünün; tür olarak kelam, fıkıh, felsefe ve siyasetname dallarında çok sayıda kitap. Sadece siyasetnamede türünde 250’den fazla kitap mevcut. ‘İslam dünyasında devletler kurulmuş, yönetilmiş ama siyaset üzerine düşünülmemiş’ şeklinde bizdeki bazı çevrelerde ve Batıdaki yaygın ve yanlış bir kanaatin tam tersi.
Bu kanaat nereden kaynaklanıyor?
Kendi gerçeğimize, kültür ve geleneğimize yabancılaştırılmamızdan. Var olan, zengin değerlerimizin üzeri hep kapatılmış. Kapatılmayanların üzerinde ise çalışılmamış, işlenmemiş. Bakın Batılılar meseleyi gayet iyi biliyor, ama işine geldiği gibi yorumluyor ve kullanıyor. Biz sanıyoruz ki bizim dünyamızda, İslam dünyasında bu tür düşünceler yok. Çünkü konuyu müstakil olarak ele alan bir çalışmadan mahrumuz. Batılıların İslam siyaset tarihiyle ilgili yazdıkları eserlerin ismi sayfalar tutar. Bunlardan Türkçeye çevrilmiş en az beş tane İslam siyaset düşüncesi tarihi var. Bunların her biri en az 500 sayfalık geniş çalışmalar. İslam dünyasında maalesef bir tane bile İslam siyaset düşüncesi tarihi mevcut değil. Bunları ortaya koyan, bu zenginliği gösteren hiçbir gayretin içinde olmamışız. Dolayısıyla alanı Batılılar belirliyor, ilkeleri kim koymuşsa otorite o oluyor. Sizin konu üzerine söyleyecek sözünüz kalmıyor.
Mesela fıkıh alanında Maverdi’nin Ahkamu’s-Sultaniye’si gibi birçok kitap, siyaset açısından, devletin yapısı, işleyişi, kurumlarıyla ilgili müthiş eserler. Batılı düşünürlerden birisi, “Bir Maverdi, bir İbn Sina bizde olsaydı, kim bilir neler yapardık” diyor. Kendi içlerinden çıkan Eflatun ile ilgili neler yaptıklarını görüyoruz. Eflatun hakkında yazılan kitap ve makale o kadar çok ki, bizim dünyamızda bile lise öğrencileri Eflatun'u bilir. Ama bizde yazılan 250 siyasetnameden bırak 50’sini bunlardan bilse bilse iki yahut üçünü bilir. O da isim olarak bilir. Ne olduğunu yine bilmez.
İlk örnek Hz. Ali’nin mektubu
Siyasetname geleneği bizde ne zaman başladı? Ne zaman ihtiyaç doğdu?
En başta Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Hz. Ali'nin Mısır'a vali olarak gönderdiği Eşter’e yazdığı mektup var kitapta. Burada siyasetnamelerin bütün özelliklerinin var olduğunu görüyoruz. Öyle tavsiyeler veriyor ki, hakikaten İslam'ın ilk döneminde dört halifenin devlet yönetimi hakkında ne çok şey bildiğini ve devlet yönetiminin nasıl bir bilgiye dayalı olduğunu çok açık gösteriyor.
Siyasetname geleneğinin kökeni daha da eski, İslam'dan öncesine dayanıyor. Özellikle İran ve Hint edebiyatında çok öne çıktığı söylenebilir. Sasani imparatorluğu hükümdarı Nuşirevan var mesela, Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmuş. Adaleti ile meşhur. Siyasetnameler adalet temellidir. İslam dünyasında bu gelenek, eski Hint ve İran eserleri çerçevesinde öz ve konu olarak geliştirilmiş. Çok önemli bir edebiyat halini almış.
Bu anlamda ilk eser olarak ifade edilen Risalet-üs Sahabe veya Risalet-üs Siyase, İbn’ul Mukaffa’nın kaleminden çıkmadır. Meşhur Kelile ve Dimne’yi Arapçaya çeviren de yine İbnu’l Mukaffa’dır. Bu kitap, hayvan hikayeleri yoluyla devlet yöneticisine siyasetin nasıl yapılması gerektiğini, iktidarın nasıl elde tutulacağını öğütler. Yani bir taraftan halka böyle bir bilgi veriliyor. Bir taraftan o hikayelerin arkasında toplumun ileri gelenleri için felsefi bir anlam yatıyor. Bilginin güç olduğu, bilgiye sahip olan devletin güçlü bir devlet olduğu, hükümdarın güçlü bir hükümdar olduğu anlayışı mevcut. Daha sonra İbnu’l Mukaffa doğrudan doğruya halifelere, o günün şartları altında bir halifenin nasıl davranması gerektiği, olaylar karşısında nasıl davranacağı konusunda bilgiler veriyor.
Siyasetnameler kendi devrini yansıtır
Siyasetnameler hangi konu üzerinde özellikle duruyorsa, tarihi arka planı araştırdığımız zaman gerçekten yol gösterici fikirlerin bulunduğunu görüyoruz. Mesela Maverdi’nin Ahkamu’s-Sultaniye’sinde Şii Büveyhiler tarafından kuşatılan Abbasi halifelerinin yüzyıllık bir esaret dönemi var. İsteseler Ehl-i Sünnet görüşüne sahip halifeyi indirerek yönetimi Şii bir halifeye verebilirler, ama halk genelde Sünni olduğu için bunun ciddi sıkıntılara yol açacağını biliyorlar ve halifeyi adeta esir tutuyorlar. Alınan kararları imzalatıyorlar. Halifenin bütün işleri, devleti ele geçiren Büveyhi beylerinin insafına kalmış durumda. Maverdi’nin eserlerinde halifenin hacr altında olması diye bir başlık varsa, niye var diye düşünmemiz lazım. Araştırınca arkasından böyle bir şey çıkıyor. O yüzden önemli. Osmanlı döneminde yazılan siyasetnamelerde de Osmanlı dönemindeki bozulmaların nedenlerini görüyoruz.
Siyasetname geleneği Selçuklu ve Osmanlı’da nasıldı, kendine has bir damgası var mıydı?
Elbette vardı. Dediğimiz gibi siyasetnameler belli konuları işleyen eserler ama dönem itibariyle bunlar farklılaşıyor. İlk dönemlerde var olan bir düzen var. İslam adeta bütün dünyaya hâkim. Sadece bazı şeylerin korunması esas. Onun için halifeye korunacak değerler hatırlatılıyor. Adaletli ol diyor. Zalim olma, halkına iyi davran, çünkü halkına iyi davranırsan, halk mutlu olur. İyi çalışır, sana iyi vergi öder, sen de onunla devletin işini görürsün.
Kanuni sonrası devlet bozuldu
Zaman içinde Selçuklular’da veya Osmanlılar’da bu durum değişince var olan bozukluklar ele alınıyor. Devam eden mutluluğun, huzurun sürmesi için eserler yazılırken, yavaş yavaş bozulan değerlerle ilgili düşünceler ve tavsiyeleri görmeye başlıyoruz. Nitekim Osmanlı siyasetnameleri Kanuni’nin zamanlarından itibaren devletin bozulduğunu söyler. Bilhassa rüşvet üzerinde, yöneticilerin ehil olmayanlar arasından seçildiği üzerinde çok durulur.
Siyasetnameleri yazan insanların büyük kısmı devlette görev almış insanlar. Vezirdir, sadrazamdır, başka görevlerdedir. Üç tane yazarı bilinmeyen siyasetname var. ‘Sultan beni bilir’ deniyor, demek ki üst kademeden önemli biri, ama kendi ismini vermiyor. Önemli olan şey, devletle ilgili aksaklıkların giderilmesi, kendi ismi değil. Aksaklıkları yazıyor ve çözüm öneriyor. Zaten yazdıkları, tüm aksaklıkları yakinen bilen, işin içinden birisi olduğunu gösteriyor. Tımarların sadrazamlar ve kadılar tarafından hangi yöntemlerle, nasıl zimmete geçirildiği gibi meseleleri ayrıntılarıyla anlatan eserler.
Bir gelenek var. O geleneği açsanız. Batıda ve bizde siyaset düşüncesi ne durumda?
Batı genellikle teorik düşünür. İslam dünyasında ise düşünceler pratiktir. Bu her konuda olduğu gibi siyasette de böyledir, ana ayrım budur. Batı siyasi düşüncesine baktığımız zaman genellikle olması gereken sistemler üzerinde düşünmek esastır. Yönetimin kendisinden ziyade sistem önemlidir. Bizdeki temel kaide ise adalet üzerinedir. İktidar adaletle ayakta tutulabilir. Batıda iktidarın ayakta tutulması için neredeyse her şey mübah. Bir şeyi elde etmek için gerekirse zor kullanabilirsiniz. Bizde ise adalet çemberi diye bir şey var. Hemen hemen bütün siyasetnamelerde geçer.
Güçlü devletin temeli adalet
Bunu biraz açabilir misiniz? Bu çemberin kaynağı nedir?
Her şeyin temelinde adalet, adaletin temelinde insan vardır. Bu adalet çemberi, eski İran geleneğinden geliyor. Farklı şekillerde formüle edilmiş. Eski Sasani hükümdarı Perviz’e göre “Hükümdarı ayakta tutan ve gücünü güvenceye alan Tanrı’dan sonra para ve ordudur.” Hükümdar Hüsrev ise güçlü bir devletin ancak adaletle kurulabileceğini söyler. “Adalet ve denge olursa vergi geliri artar, devlet de zenginleşip güçlenir. Güçlü bir devletin temeli adalettir” der.
Yusuf Has Hacip, 1069 tarihli Kutadgu Bilig eserinde “Memleket tutmak için çok asker, askeri beslemek için çok servete ihtiyaç vardır. Bu servet için halkın zengin olması, halkın zengin olması için de adil kanunların konması gerekir” dedi. Yani memleket için öncelikle asker lazım. Çember buradan başlıyor ve dört şeyle oluşuyor: Asker, servet, halkın zengin olması, yani ekoomi ve adil kanunlar. Batıda halka her türlü zulmü yaparsın. Ama İslam düşüncesinde zulm ile abad olamazsın. İktidar küfürle sağlanabilir ama adaletsizlikle sağlanamaz. Biz doğrudan insan temelli ve pratiğe dönük düşünüyoruz. Batı düşüncesinin temelinde ise iktidar sahipleri bulunur.
Eğitim sistemimiz bizi Batı gibi düşünmeye zorluyor
Biz de artık Batı gibi düşünmeye başlamadık mı?
Maalesef evet. Batı egemen bir topluma dönüşüyoruz yavaş yavaş. Her konuda Batı bizim için ideal örnek haline geldi. Verilen örnekler “Avrupa’da şöyle yapılıyor, onlar şöyle düşünüyor, diyor” ile başlıyor. Bu durum üniversite programlarından kaynaklanıyor. İbrahim Kafesoğlu daha 1964 yılında eğitim sistemimizin Avrupa merkezli olduğunu ve bundan kurtulmamız gerektiğini söylüyordu. Tarih dönemlere ayrılmıştır, biliyorsunuz. İlk çağ, ortaçağ diye gider. Bu tamamen Batı tecrübesine ait bir sınıflandırma. Bizim tarihimiz, bizim tecrübemiz böyle değil ki. Fakat ilk okuldan itibaren çocuklarımıza bunları öğretiyoruz. Üniversitelerde kürsüler buna göre kuruluyor. Batı’nın tarihini öğretiyor, hadiselere Batı gözlüğüyle bakıyoruz. İslam tarihi, Türk tarihi nerede?
Yermuk savaşı üzerine yeni bir çalışma yapıyorum. Bu savaş, Bizans’ın Ortadoğu’dan çıkarılması, tamamen atılması tarihi aynı zamanda. İslam, Yermuk’te açılan kapıdan Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya’ya dek nüfuz ediyor. Öyle bir ilerleme ki, Paris’e 200 kilometre yaklaşıyor müslümanlar. Batıda Yermuk’le ilgili özel çalışmalar yapıldı. Yüzlerce makale var. Bizde ise bu konuda müstakil bir çalışma yok. İslam tarihi içinde kısa bir bölüm olarak geçiyor. Her konu böyle ne yazık ki. Çünkü tarih öğrenimi bizde Batılı kalıplara göre yapılıyor.
Yermuk bir dönüm noktası ama biz bilmiyoruz
Yermuk’te o kadar büyük bir Bizans yenilgisi var ki, Batı bunu hala hazmedebilmiş değil. Orada Müslüman asker sayısı sadece 26 bin, Bizans’ın asker sayısı çok fazla, yüz bin, ikiyüz altmış bin, altıyüz bin diyen var, hatta 1 milyon diyen var. Diğer yandan bir de Puvatya savaşı var. Batılı tarihçiler, “Eğer Puvatya’da Müslümanlar durdurulmasaydı, bugün Avrupa üniversitelerinde Kur’an ve tefsir dersi veriliyordu” der. Müslümanlar orada yenildi ama tamamen geri de çekilmedi.Buna rağmen Batılı tarihçiler yazdıkları çok sayıda eser ve makalelerle Yermuk savaşını küçük Puvatya’yı büyük gösterirler. Yermuk’ta uğradığı hezimetle Batı, Ortadoğu’dan bir daha girmemek üzere çıkarıldı. Ve biz böyle bir dönüm noktasını doğru düzgün çalışmamışız.
Siyasetname geleneği bitti mi, yoksa başka bir şeye mi evrildi? Günümüzde niye modern tarzda bu tür eserler verilmiyor.
Batı’ya o kadar çok itibar etmeye başladık ki, neredeyse bize ait hiçbir şey umurumuzda değil. Her şeyi Batı’dan hazır alıyoruz. Üniversitelerimizde Batı düşüncesini okutuyoruz. Kendi dünyamızdaki problemlerin çözümünü bile Batı aklıyla düşünerek arıyoruz. Bu durumda önemli siyaset düşünceleri, daha doğrusu kendimize ait siyaset düşüncesi üretmemiz mümkün değil. Eğer siyasetnameler, fıkıh, kelam ve felsefe alanlarında siyasetle ilgili klasik kitaplarımızı üniversite programlarına sokar, orada okutur, haklarında sayısız makaleler, tezler, kitaplar yazarsak o zaman çağdaş siyasetnameler yazma imkânına kavuşuruz.
Batı aklıyla siyasetname yazılamaz
Sizin bu çabanız ihya çabası mı, vefa çabası mı?
Geçmişe ait yapılan her çalışmanın, bugüne faydası düşünülerek yapılması taraftarıyım. Geçmişi geçmiş olarak gören çalışmalar Oryantalistlerin işidir. Eserlerinde İslam’ı överler, fakat “tarihsel olarak dönemi geçti” derler. “Asr-ı Saadet geçti gitti, bugün yaşama şansı yok” derler. Tıpkı vitrinde çok güzel duran ve okunmayan bir kitap gibi. Siyasetnamelerin dili ve üslubu bugün bize basit görünebilir. Bu da geleneğin günümüz şartlarına göre ihya edilmesini gerektirir. Her siyasetname yazıldığı dönemin eseridir. Kendi pratiğinden üretilir. “Bugün bizim tekliflerimiz ne olmalı” sorusu üzerine kafa yormalıyız. Ama önce düşüncemizi özgürleştirmeli, Batı’nın zihin kölesi olmaktan kurtulmalıyız. Bu özgürleşme olmadığı müddetçe, kendi mecramızda yol almadıkça geleneğin ihyası mümkün değil.
Batı aklıyla siyasetname yazılmaz diyorsunuz...
Felsefede zaman ve mekan gibi kategoriler var. Bunlar çok önemli. Bugün kendi zamanımız yok. Kendi mekanımızdan edilmişiz. Kemal Kılıçdaroğlu ikide bir “Bu Ortadoğu bataklığından kurtulmalıyız” diyor. Bunun zararı nedir? Burası bataklık diyerek kendi mekanınızı boşaltıyorsunuz, fakat gidecek başka bir mekanınız da yok. ABD veya başka devletler bu kafa yapısına bakıp “Bunlar zaten bulunduğu yeri zihnen terk etmiş, onu fiilen biz doldurabiliriz” diyor. Yerinizi terk ederseniz başkaları sahip çıkar. Batı aklıyla düşünürseniz size ait zaman ve mekan algısını yitirirsiniz. Sonuçları sadece siyasetname yazamamaktan ibaret kalmaz, çok daha ağır olur.
Antep’teki adam Halep’e Ortadoğu diyor
Mekan algısı dediniz de, bugün Türkistan’ın adı olmuş Orta Asya, Osmanlı Asyasına Ortadoğu diyoruz. Londra’da oturan adamın ne dediğinden bize ne? Antep’teki adam Halep’e nasıl Ortadoğu der?
Kimin için doğu veya batı? Kimse bu isimlendirmelerin nereden kaynaklandığını sorgulamıyor bile. Şartlanmışlık var. Problemlerimiz buradan başlıyor. Oysa Batılı okuyor, sorguluyor. Ve de tarihini asla unutmuyor. Biz okumuyor, sorgulamıyor ve çok çabuk unutuyoruz. Unutmak bir yana, kendi tarihimizden nefret ediyoruz. Bakın, Batı aklı ne yapıyor? Osmanlı’yı parçalıyor, sonra Osmanlı’nın çıktığı yerlere yeni isimler veriyor. Coğrafyayı yeniden formatlıyor. Osmanlı’da Suriye diye bir yer var mı? Osmanlı sonrası konulan, eski çağlara ait bir isim. Yani silmek ve istila etmek önce kafalardan isimlerin silinmesiyle başlıyor. Mesela bugün kullandığımız haritalar Merkatör sistemiyle yapılıyor. Bu sistem kıtaların gerçek boyutlarını bozuyor. Ve Avrupa daha büyük gösteriliyor. Bunlar hep, mekanlarımızın nasıl elimizden alındığını gösteren örnekler.
Üniversitelerde kendi müfredatımız okutulmalı
Bizim hem Kabe gibi kutsal hem de İstanbul’daki milyon taşı gibi coğrafya algımıza temel olacak değerlerimiz var. Greenwich’e bakmak zorunda mıyız?
Bu, dünyanın nasıl bir Avrupa merkezci kuşatma altında olduğunu gösteren bir şey. Cumhurbaşkanımız bir ara “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” dedi. Birçok kişi alay etti. Neden alay etti? Çünkü Batılılar bütün dünyaya Amerika kıtasının işgalini keşif gibi sundular. İlkokuldan bu yana bizde bile böyle öğretiliyor. Tarihi gerçekler delillerle belirlenmeli. Batıda birçok bilim adamı Avrupa’nın aslında bir kıta olmadığını, Asya’nın küçük bir burnu, uzantısı olduğunu iddia ediyor. Ama bunu değiştirmek cesaret ister. Örneğin Ayasofya’yı neden cami yapamıyoruz? Çünkü birtakım güçler bunun yapılmasını istemiyor. Anayasa konusunda da öyle. İstediğimiz gibi bir anayasa yapabildik mi?
AK Parti iktidarından önce üniversite sayımız 75-80 civarındaydı. Şimdi 230’u geçti. Cumhurbaşkanı haklı olarak bununla övünüyor. Çok güzel binalar, kampüsler yaptık. Peki ya içi? Batılı müfredatla eğitim vermeye devam ediyoruz. Amerika veya Fransa’ya “Gelin, sizin müfredatı uygulayacak üniversiteler kuralım. Kaç tanesini siz yaptırırsınız?” deseydiniz, birçoğunu belki hepsini onlar yaptırırlardı. Ne yazık ki kendi paramızla üniversite yapıyor, ama içini onların müfredatıyla dolduruyoruz. Bazı konularda inisiyatif alabilmek lazım. Mesela üniversitelerdeki tarih kürsülerini “İlk çağ, Ortaçağ” şeklinde değil de “İslam tarihi, Batı tarihi” şeklinde düzenlesek kim karşı çıkar? Mutlaka karşı çıkan olur, ama azınlıkta kalırlar. Ama o cesareti gösteremiyoruz.
Süleyman Şahin
(Gerçek Hayat, Sayı: 1011, 9-15 Mart 20020’de yayınlanmıştır)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.