"Oğlum İbni Arabî'ye İbram Abi diyor"

"Oğlum İbni Arabî'ye İbram Abi diyor"
İstanbul Üniversitesi Öğretim üyesi Doç Dr. Ekrem Demirli, İbnü'l Arabî ve Sadreddin Konaevî uzmanı, tasavvufu en iyi bilen akademisyenlerin başında...


İstanbul Üniversitesi Öğretim üyesi Doç Dr. Ekrem Demirli, İbnü'l Arabî ve Sadreddin Konaevî uzmanı, tasavvufu en iyi bilen akademisyenlerin başında geliyor. Daha Önce Yazarlar Birliği'nin çeviri ödülünü kazanan Demirli, bu yıl TASAM stratejik vizyon ödülü layık görüldü. Tasavvufu bir olgunlaşma metodu olarak benimseyişim, kendisine aykırı sualler yöneltmemi engellemedi. Üç saatlik konuşmamızın temel ekseni, ilahi tecrübelerin kişiye özel olup olmadığıydı...

***

-Tasavvufa ihtiyacımız var mı gerçekten? Allah, gel sen ey damlam, denizimde yok ol mu diyor, yoksa helali bil, haramı bil, namazını kıl, zekatını ver mi diyor?

-Cenabı hak bize insanları kulluk için yarattım diyor. Sonradan buna bir takım tefsirler getiriyorlar. Mesela diyorlar ki, kul olduğumuz kim bilmeden kulluk yapamayız. O zaman marifet kavramı ortaya çıkıyor. Allah hakkındaki marifet, Allah hakkındaki sevgiyi, muhabbeti ortaya çıkartıyor ve eşit kavramları bulmaya başlıyoruz. İbadet, marifet, muhabbet. Cenab-ı hak bize ilk başlıkta söylediği ibadet, evet. Fakat ibadetin keyfiyeti meselesi var.

-Tasavvufla ilgilenmesek ibadetlerimiz zayıf mı olur? Şart mıdır yani?

-Tasavvuf şarttır denilemez. Tasavvuf gönüllü ibadet alanıdır. Fakat bu gönüllü ibadet alanının derinine girdiğiniz zaman herkes kendine bir mecburiyet çıkartmaya başlar. Hiçbir tasavvuf kitabında herkes sufi olsun, herkes derviş olsun diye bir ifade yoktur.

-Kuşkusuz, öbür dünyada sen niye sufi olmadın diye sormazlar adama.

-Ama niçin selim bir kalbe sahip olmadın diye sorabilirler. Selim kalb, riyadan, kinden, kibirden ve diğer kötülüklerden kurtulmuş kalp demek. Bunun İslam ahlakındaki tam karşılığı şu. Niçin kamil bir adam olmadın?

-Kul demez mi o zaman, ben namaz kıldım, zekat verdim, hacca gittim, haram yemedim, şeriatın benden istediği her şeyi yaptım. Bunları da samimi yaptım...

-Samimi yaptıysan zaten sorun yok. Peygamber efendimiz ibadeti Allah'a sanki görür gibi yapmaktan sözediyor. Nasıl mümin olacağız? Allah'ı görür gibi...

-Ama gördüğün tek bir şeye obsesif bir şekilde takılıp onu Allah zannetme aptallığına düşmek de var. Güneş Allah'tır, ay Allah'tır, deme tehlikesi içermiyor mu bu?

-Bir kavramı doğru anlamak için onun zıttını da anlamamız lazım. Allah'ı görür gibinin yerine koyabileceğimiz zıt kavram, insanları görerek ibadet etmek. Yani gösteriş yapmak, kibir ve gururla ibadet yapmak. Sadece ibadet meselesi de değil, hayatta çeşitli işler yapabilir. O becerdiği işler nedeniyle riyakarlık yapmış ya da kendini kibirle inşa etmiş olabilir. İslam diyor ki bize bir ibadetin netice verebilmesi, bize ahlak kazandırabilmesi için bunu Allah'ı görür gibi yani sadece Allah için yapmaktır.

Bir sufi benim fark etmediğimi fark ediyor, onu bana anlatıyor

-Tasavvuf havas için, şeriat avam için midir? Tasavvuf manevi ilimlerde derinleşmek isteyenler için özel bir alandır, herkesin bunları bilmesi gerekmiyor diyebilir miyiz?

-Tasavvuf bir taraftan havas alanıdır. Bir taraftan da kitlelerin dini kavrayışı tasavvuf yolu ile olmuştur. Burada bir paradoks var. Mesela Ahmet Yesevî havastandır. Ama Ahmet Yesevî'nin müridi olanlar sıradan insanlardır. Yani bir esnaf, bir ayakkabıcı, bir tüccar, çoban vesaire vesaire.

-Yesevî de havas olmadan evvel avamdı.

-Öyleydi tabii. Din üstünlüğü takvaya ve idrake bağlı. Bir kast sistemi, bir aristokrasi yok dinde. Bir çoban da kemale ulaşabilir. Avam- havas kavramını doğru anlamak gerekiyor. Bir bilim kendinden olanları havas, özel insanlar diye müteala ediyor. Oradan olmayan insanlara avam, sıradan insanlar diyor.

-O zaman derim ki bedelini ödemeden havasın yemeği yenir mi? Bir tarikata bağlanmadan, önünde bir rehber olmadan, onun dediklerini yapmadan bu işe soyunmak, faturayı ödemeden sofradan kaçmak olmaz mı?

-İslam irfanında, tabii ki hedef, bir rehber eşliğinde sizin o bedeli ödeyerek kemale ermenizdir.

-Zikirse zikir, sohbetse sohbet, nazarsa nazar...

-Evet, her neyse. Tasavvufun bir nazari tarafı vardır. Bize doğru davranışı öğretir ve bizi zihnen terbiye eder. Dolayısıyla o kavrayışı değiştiren tarafıyla ilgili sufiler pek çok eser yazmışlardır. Pek çok eser yazmış olmak sizin tabirinizle faturayı ödemeden o yemeği yiyebileceğimizi bize gösterir. Bu İslam irfanının bir özelliğidir.

-Burada asıl amaç tevhid tecrübesi değil mi, kendi miracını yaşamak değil mi? Yoksa bir araba laf etmek neye yarar?

-Bunların hepsini bir tür irşat eylemi sayabiliriz. Mesela İbnü'l Arabî bizi kitaplarıyla irşad ediyor.

-Ama o bir keşif ehli. O faturayı fazla fazla ödemiş. Bize gördüklerini anlatıyor.

-Kendisi görmüş ama aslında kendisinden önce görenin gördüğünü görmüş. İbnü'l Arabî'nin kendisinden bir meziyet devşirmiyoruz. Burada maksadımız peygamber. İbnü'l Arabî bize peygamberin söylediğini söylüyor. Yoksa İbn-i Arabî'ye biz dikkatimizi vermezdik.

-Ama İbnü'l Arabî kendisine bahşedileni aktarıyor. Bu keşifler kişiye özeldir. O farklı isimlerin tecelligahı olduğu için farklı şeyler yaşıyor ve bize onu anlatıyor. Biz ne yaşadığını tam olarak bilemeyiz.

-Burada mesele şu: Eğer her şey özel olsa o zaman iletişim kurulamaz insanlar arasında, kimse kimseye bir şey öğretemez. Nesnel bir tarafı olması lazım.

-Ama nesnelliği yaşama şekli, tecrübeler özeldir. Ben bire bir onun yaşadığını yaşayamam. Bana başka tecelliler olabilir.

-İbnü'l Arabî mesela Fütuhatı Mekkiye'de ibadetlerin derinliğini anlatıyor bize. Sonra tasavvuf yolunu yaşayanların halleri, makamları vesaireyi anlatıyor. Namazı anlatırken bir ayeti söylüyor. Sonra bir hadisi söylüyor ve bunlarla ilgili bir yorum yapıyor. O yorumun doğru olup olmaması bir yönteme bağlı. Mesela şu ayet böyle yorumlanmalıdır diyor ve ben ondan ikna oluyorum. Bunun İbnü'l Arabî'ye özel tarafı ne olabilir? O edindiği bilginin ondaki tesiri, ondaki hali ama o bilgiyi benle paylaşıyor. Paylaştığı bilgiye katılabiliyorum.

-Peki o zamana neden tefsir ekolleri var? Ayetlerin anlam katmanları onu tefsir edenin ilmine göre açılmıyor mu?

-Galiba sadece sufiler bu meseleyi daha ikna edici bir şekilde ele aldılar ve dediler ki 'kemal' derecesiyle irtibatlıdır ayetleri anlamak. Yani hem Kuran hem alemdeki ayetleri anlamak. Mesele bir şeyi keşf etmekle onu anlamak arasındaki fark! Bir sufi benim fark etmediğimi fark ediyor, onu bana anlatıyor ve benim seyr-ü sülûkumu hızlandırıyor. Konevî'nin bir tabiri vardır, kitaplarını 'süluke başlayanlar için rehberlik, kemale erenler için de geçtiği aşamaları hatırlatmak üzere yazdığını söyler. Yani henüz varmadığım katman hakkında konuşabilirim, bana bilgi verilebilir ve ben anlayabilirim. Bu tasavvufun ve daha önemlisi dinin genel bir kabulüdür.

-Sonuç olarak, İbnü'l Arabî yaşadığı sıradışı halleri, mazhar olduğu tecellileri anlatıyor ki, bunları kavrayamayız diyorum ben.

-En büyük kitabı Fütuhat, yirmi cilt. Cenab-ı hak bana nasip etti tercüme ettim. Ben orada bakıyorum, şunu niye anlatmış dediğim pek bir şey bulamadım. Yunus Emre'de bir kavram geçiyor. Bu aynısıyla Mesnevi'de geçmiş. Sonra Niyazi Mısrî'de tekrarlanıyor. İbnü'l Arabî'de söyleniyor. Tecrübe bu kadar kişiye özelse nasıl oluyor da bu ortak dil ortaya çıkıyor? Misal, derman aradım derdime diyor Niyazi Mısrî, derdim bana derman imiş. Aynı cümleyi Mesnevi'de buluyorsunuz.

-Birbirlerini tekrarlamış olabilirler mi?

-Böyleyse demek ki birisi ötekine bir şey aktArabîliyor.

Vahdet-i vücud statik bir düşünce değil bir çerçevedir

-Ortada benzer kavramlar var diye bilgi nesneldir diyemeyiz. İlahi bilgi sonsuz. Biz de sonsuzluğa giden bir trenin içindeyiz. Tren gelmiş vahdet-i vücud istasyonunda durmuş. İbnü'l Arabî ne gördüğünü anlatıyor bize. Son durağın orası olması mümkün değil, yol devam ediyor. Belki bir sonraki durağa gittiğinde bir önceki durakta gördüğü her şey silinecek. Tecellilerin sonu olur mu? Hangi makamdaysan sesin oradan çıkmaz mı?

-Biraz öyledir, biraz değildir. Şimdi bakın tecellilerin sonsuz olduğunu biz vahdet-i vücut'tan öğrendik. Daha önce bilmiyorduk bunu.

-Olur mu? Kuran'dan öğrendin sen bunu. Allah'ın isimlerinin sonsuz olduğunu zaten orada görüyorsun. İsim sonsuzsa tecelliler de sonsuzdur.

-Allah'ın isimleri sadece vahdet-i vücud geleneğinde sonsuzdur. Mesela kelamcılara göre Allah'ın isimleri sonsuz değildir.

-Bu bize kelamcıların dar görüşlülüğünü gösterir ancak. Hulusi kalple Kuran okuyan herkes isimlerin sonsuz olduğunu bilir.

-Bunlar neticede düşünce disiplinleri. Kendi içlerinde metotları var. Vahdet-i vücud statik bir düşünce değil bir çerçevedir. Bazı temel ilkeleri vardır. Ve o ilkeler içerisinde tecellinin sonsuzluğu da vardır. Eski tasavvufta şunu tartışmışlar. Demişler ki, temkin mi üstündür, yani böyle bir halde karar kılmak mı üstündür, yoksa halden hale girmek mi, değişme mi üstündür?

-Bana sorarsanız aşkla geçeriz halden hale, takılmayız ne surete, ne söze. Ha! Diyebilirsiniz ki sen kimsin?

-Yok, İbnü'l Arabî olmasa benim mesleğim, mesleğimin dışındakilere sen kimsin demeye müsaitti ama İbnü'l Arabî bize bu işin mesleğin ötesinde bir şey olduğunu anlattı. İbnü'l Arabî ilk kez her insanı serüvene kattı.

-Sadece insanı mı? Taşı, hayvanı, bitkiyi...

-Tabii. Her şeyi serüvene kattı. Çünkü İbni Arabî bütün bu alemde tek özne var dedi. Diyor ki işin doğrusu, değişimde kararlılık. Eğer kararlılık arıyorsak bu değişimle olacak. Çünkü tek özne olan bir varlık anlayışında her şey değişkendir. Sonsuz tecelliler vardır.

-Ama bu Kuran'da da var. Allah her an bir iştedir diyor, hangi surede geçiyordu bu ayet?

-Rahman suresi.

-Allah her an bir işteyse, idrakimizin yettiği kadarıyla birini anlayabiliyorsak, orada bilgimizi sabitleyemeyiz.

- Bilgiler tek tek ayetlerden çıksa o zaman dediğiniz doğru olur. Ama bu ayetleri yorumlayacağımız bir paradigmamız olacak. Dediğim gibi vahdet-i vücud bir paradigma. Ayetleri, hadisleri ama daha geniş olarak varlığı nasıl yorumlayacağımız hakkında bir çerçeve. Bir çerçeve din, insan, ahlak yorumunu değiştiriyor. Ve bütün bu değişikliğin temelinde tek tanrının merkeze alınması var. Tek özne o.

-Ondan evvel bu bilinmiyor muydu?

-Bunlar tek tek biliniyor. Ama bu çerçeve yok. Çünkü bu çerçevenin ortaya çıkabilmesi için çok güçlü bir nazariye lazım. İbnü'l Arabî'nin meselesi somut bir dogma ortaya koymak değil. Zaten insanlar statikleştirmek istiyor dini düşünceyi. İbnü'l Arabî çerçeveyi aşmak istiyor.

-Çerçeve koyarak mı aşılacak çerçeve?

-Ama herhangi bir sabit olmazsa o zaman biz hiçbir meseleyi konuşamayız. Vahdet-i vücud'un da sabiteleri var. Mesela tecelliler sonsuzdur cümlesi değişimi savunurken bile bir sabitedir.

-Tabii biz sonlu bir varlığız ama sonsuzluğun ne olduğunu biliyormuşuz gibi yapıyoruz.

-Evet, doğru. Bu sabitelerle biz İbnü'l Arabî'yi, tasavvufu, o din yorumunu takip edebiliyoruz. Sabiteleri olmasaydı tasavvuf insanların hayatında hiçbir yer teşkil etmezdi. Çünkü o zaman biz tasavvufu diyelim ki Hint inançlarından ayıramazdık.

Tasavvuf dediğiniz şey İslam ahlakı demektir

-Benim sabitelere itirazım yok. Sadece onlar gerçeğin tamamını ifade etmez diyorum. Bir hal ehli başka bir şey yaşar. Belki bunu İbni Arabî gibi sistematize edemez. Yirmi cilt kitap yazamaz. Ama belki de onun hali, yaşadıkları Arabî'nin anlattıklarının fevkindedir. Ve hatta vahdet-i vücud'u da siler atar.

-İbnü'l Arabî bunları söyleyeli 800 sene oldu. Bunları çöpe atan kimse olmadı. Böyle bir tecrübe çıkmadı İslam dünyasından.

-Herkes o mahrem deneyimini paylaşmıyor ki. Öyle gizli köşelerde, öyle aşkın haller yaşayan, öyle gaybî vatandaşlar vardır ki...

-Tasavvufta velayetle irşadı ayırt ederler. Biz bilemeyiz kim velidir, kim değildir. Ama irşad takip edilebilir bir yönteme sahip olan kişi demek. Çünkü mürşit bizi eğitecek.

-Ama her mürşidin meşrebi, ona bahşedilen vehbi bilgi farklıdır. O yüzden bu kadar çok ekol var. Dolayısıyla seninki bana, benimki sana uygun olmayabilir.

-Tasavvuf çok böyle sui generius, çok kendine mahsus bir şey gibi zannediliyor. Böyle bir şey değil tasavvuf. Tasavvuf dinin alt yorumudur. Üstbaşlık İslamdır. Müslümanlık öğretilemez diyemeyiz, değil mi? Tasavvuf tabirine çok takılıp kalmaya gerek yok. Tasavvuf dediğiniz şey İslam ahlakı demektir. İslam ahlakı ise tevazu, merhamet, cömertlik, ihlas demektir.

-Tamam, tasavvuf kelimesine ihtiyaç yok o zaman. İslam ahlakının içinde hepsi var madem.

-Kelimelerin ortaya çıkması biraz sosyal hayattan kaynaklanıyor. Kullanılmış hep. Literatür var. Ama siz şimdi tasavvuf nedir diye sorsanız, bir sufi der ki, yaptığın her işte Hakkın rızasını görmektir.

-Tamam da, nihai amaç beşeriyetinin ortadan kalkması, yani miracını bilfiil yaşaman değil mi?

-İslam tasavvufu beşeriyetin kalkması tabirini tam kullanmaz.

-Öyleyse niye enel hak diyor adam?

-Eğer Hallac Enel Hak dediyse yanlış o. Ama Hallac kendinden geçmiş, ondan bir söz dile geldiyse o başka. Hallac enel hak demiyor.

-Yani Allah diyor onun ağzından! Nereden biliyorsun? Allah'ı onun ağzından duyacak bir halin var mı senin?

-Dikkatimiz orada değil ki. Dikkatimiz Hallac'ın kendisine taş atan insanlara dua edebilmesinde. Eğer bir adam taş atanlara dua edebiliyorsa onun hangi sözü hangi halde söyleyebileceğini ben bilemem. Ama onun taş atanlara dua edebilmesini taklit edebilirim.

Kadın ve erkek ulaşabilecekleri kemal bakımından eşittir.

-Hallac'ı çıkaralım aramızdan hocam. Ama sonuçta tevhidi bilfiil yaşamak değil mi amaç? Damlanın deniz olma tecrübesi...

-Çok güzel. Tabii. Doğru.

-Ben o manada dedim beşeriyetin kalkması diye.

-Tasavvuf beşeriyetimizle ruhani tarafımız arasında bir zıtlık görmüyor. Ruhaniliğin beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılayarak onu kontrol etmesini savunuyor. Eski gnostikler, eski mistikler bunu bilmiyorlardı. Mesela cinsellikten bütünüyle uzaklaşacağız, manastırlarda yaşayacağız diyorlardı. Tasavvuf geldi, hayır bir peygamber nasıl yaşadıysa, öyle yaşayacağız dedi. Peygamber evlendi, peygamber ticaret yaptı, peygamber hayatta yer aldı vesaire. Tasavvufun iddiası hem çok büyüktür, diğer mistik geleneklere göre, hem çok çetindir. Çünkü tasavvuf yaşayan hayat içerisinde bir mistisizim arayışıdır. Bundan dolayı beşeriyeti bütünüyle yok etme iddiası doğru olmayabilir.

-Hayır, hayır. Bir anlık bir tecrübedir miraç. Bir anlık. Ondan sonra gece olsun da o ay yüzlü bir daha gelsin diye aşktan inliyorlar Hazreti Mevlana gibi.

-Anlık olan tarafı vardır, daha uzun zaman dilimine yayılan kısımları vardır. An meselesi de tasavvuf hakkında yanlış anlaşılan kavramlardandır. Vakit ve hal kavramları da öyle. Sufi mesela vaktin oğludur. Bunu iyi anlamak lazım. Sonra an-ı daim tabiri vardır. Bence dikkatimizi bütüne vermemiz lazım. Sufinin hayat hikayesi ve bize anlattıklarına! Yani ahlakına! En önemli mesele o ve o yol herkese açık.

-Ve mübarekler bazı semboller kullanıyor. Büyük sufiler erkek olduğu için aşkı hep kadın figürüyle anlatmışlar.

-Bu çok doğru değil. İnsanda temel yönelme duygusu nasıl başlayacak? İbnü'l Arabî diyor ki, bu erkek için kadını sevmekle başlayacak. Adem Havva üzerinden kendini keşfedecek. Demek istiyor ki Adem aslında Havva gelene kadar Adem değildi. Ne olduğu hakkında bir fikri yoktu. Bu çok önemli ve metafizik bir düşüncedir. Bence Müslüman kadınların bu bahsi çok iyi anlaması lazım. Adem'e kimlik kazandıran kişi Havva'dır.

-Havva eşittir nefstir. Cennettesin. Nefse ihtiyacın yok. Bütünleşmişsin, ilahi bilgi ile...

-Bütünleşmemişsin işte. Bütünleşseydik orada kalırdık.

-Havva çıkmasaydı orada kalacaktık zaten. Nefsimiz bizi esfeli safiline, bu dünyaya indirdi.

-Havva ortaya çıkıyor, Adem ne olduğunu anlıyor. İbni Arabî'nin yorumu budur. Buradan da Adem ve Havva üzerinde bütün insanları bilgilendiren metafizik yaklaşımı getiriyor. İbni Arabî kadın ve erkeği insanın iki imkanı olarak görür. Hakikate nasıl ulaşacağız; yardımlaşarak. Erkek kadınla, kadın erkekle kendini tanıyor. Ama en nihayetinde ilahi dişilik diye bir kavram var.

-Bu Mevlana'da da var.

-Var, herkeste var. İbni Arabî diyor ki, aslında bu kadınlık erkeklik, birbirinden ayırarak üzerinde duracağımız bir mesele değil. Allah'a göre her şey edilgen. O manada dişi.

Mevlana "Ruhum bir dişidir" diyor.

-Ruhun cinsiyeti olmaz ki! Ama Allah'ın karşısında herkes edilgen demek istiyorsa o başka.

-Evet o anlamda. Dolayısıyla erkeğin erilliği sadece göreli bir şey. Herkes edilgendir. Ve herkes edilgenliği kavrayarak faile ulaşacak, yani Allah'a ulaşacak. Dolayısıyla kadın ve erkek ulaşabilecekleri kemal bakımından eşittir.

-Vahdet-i vücud anlayışı, bütün dünyayı bir hayalden ibaret sayar. Dünyayı somut bir gerçeklik olarak kabul etmez. Ve bu yönüyle Said-i Nursi'nin de eleştirilerine muhatap olmuş. Haksız mı yani? Hele de Matrix filmini seyrettikten sonra biz aslında gerçek değiliz algısı normal insanlar için tehlikeli değil mi?

-Aslında sadece vahdet-i vücud değil, pek çok düşünce gördüğümüz dünyanın gerçek olup olmadığını tartışmıştır. Ve çok az kişi gördüğümüze gerçektir demiştir. Gerçek gördüğümüzün biraz daha ilerisinde veya bir başka yerinde olabilir diye düşünülmüştür. Said-i Nursi'nin bu tarz eleştirileri var. Fakat onun öncesinde imam Rabbani'nin eleştirileri var. Said Nursi'de de ortaya çıkan muhtemelen İmam Rabbanî'nin etkileridir. Ben şahsen İmam Rabbanî'nin eleştirilerini doğrudan İbnü'l Arabî'ye yönelik görmüyorum. O eleştiriler olsa olsa vahdet-i vücuttan yanlış yorum çıkartanlara olabilir. İbnü'l Arabî evet her şey bir hayaldir, bir gölgedir diyor ama bu rüyayı nasıl yorumlayacağımızı bize öğretmeye çalışıyor.

-Hayalsek sorumluluklarımız ne olacak bahsini açacaksınız sanırım.

-Evet. İbnü'l Arabî her şey bir hayaldir diyor ama sorumlulukları reddetmiyor. Herkesin bir sorumluluğu var. Herkes yarın gidip dükkanını açacak, çalışacak, dünyayı imar edecek. Bu konularda herhangi bir tereddüt yok. "Her şey bir hayaldir", dünyanın geçiciliğine işaret eder. Her şey Allah karşısında bir hayaldir. Bu dünya Hakkı işaret eden bir alamet. İbnü'l Arabî bize demek istiyor ki, her şeyi Hakka bir delil sayacağız. Her şeyden Hakka gideceğiz. Bir ağaca baktığımız zaman, onun bizi Hakka nasıl götürdüğünü anlayacağız. Ya da benim sizinle ilişkimde dikkate almam gereken nokta, sizin beni Hakka nasıl götüreceğiniz. Aslında bir tasavvuf tabiri vardır, sema...

-Dinlemek.

-Evet, dinlemek, duymak. Aslında sema her şeyi hayal ya da her şeyi alamet görmenin neticesidir. Siz her şeyde Hakkın sesini duymaya çalışıyorsunuz.

-Akademisyen olarak bunları bize anlatıyorsunuz. Peki bunları yaşayabiliyor musunuz? Her şeyde Allah'ı duyabiliyor musunuz? Duysanız bile bu söylenilebilir mi?

-Eğer ben duyabilsem bu söylenebilirdi. Bu konuda hiçbir tereddütüm yok.

-Toplum olarak taşlardık sizi o zaman.

-Olabilir. Ama üslubunu bilirsem taşlamazdınız.

-Rabbim sana bir sır verirse ne hakla onu ifşa edebilirsin?

-Rabbim her bir insana bir sır vermiş. Bu öyle bir sır ki herkeste var.

-Ama aynısı değil.

-Aynısı olmadığını bilmiyoruz.

-Bunu şöyle biliyoruz. Çünkü hepimiz esmaların özel bir terkibiz. Senin formülün başka benimki başka. Dolayısıyla ulaşabildiğimiz hakikatler de farklı olacak.

-Eğer sürekli başkalıktan gidersek dil kaybolur. Bize bu başkalığı anlatanlar dediler ki, bu başkalık kendi içerisinde birliği de içeriyor. Yani vahdet'te kesret, kesrette vahdet vardır. Bütün bu başkalıklarda bir ayniyet olmasaydı o zaman bu başkalıkların üzerine konuşmanın manası olmazdı.

-Vahdet-kesret ilişkisinin dışında bir şeyden sözediyorum ben. Hakikat dondurulmaz. Yani bir arif o hakikatten bir parçayı tecrübe etmiş. Ama bu onun hali, bir başkasının değil.

-Hayır, öyle değil. O zaman halüsinasyon görenle alemi bir hayal gören aynı şey olurdu. Bütün mesele bunun bir yöntem sonucu ulaşılan bir bilgi olması. Nasıl ki biz hayatta doğru düşünce, yanlış düşünce ayrımlarını yapabiliyoruz. Siz bir şey keşfetmiş olabilirsiniz. Ama bu yanlış olabilir. Eğer bu böyle olmasaydı irşad olmazdı tasavvufta.

-Keşif Rahmaniyse yanlış olamaz. Sana görünen doğrudur, ama eksiktir. Hakikatin tamamı senin gördüğünden ibaret değildir.

-Eksik demek insanı Mevlana'nın Körler ve Fil hikayesine götürür. Ben ondan daha büyük bir insanlık eleştirisi görmedim.

Tasavvuf değişimde değişmeyenin ne olduğunu tespit etmektir

-Bir veli filin tamamını gördüğünü iddia edemez. Kulağını görür, hortumunu görür, bacağını görür. Çünkü Allah ilmi ihata edilemez. O sana ilminden bir gıdımı verir. Sen coşarsın da coşarşın.

-İnsanın payına düşen bir hakikat var. Hiç kimse Allah'ı ihata edemez doğru. Ama Allah bize bir şeyler söylemiş. Tek tek, cüzi doğrularımız var. Bu doğrular içerisinde eğer yine ihata edilmezliği konuşacaksak bu olmaz. Siz dediniz ki hiçbir veli fili tam göremez. Ben fili görene veli derim.

-Soru bir: Sen fili görmeden nasıl dersin bunu?

-İçimizden birisi fili bütün olarak görmemişse bana kimse filin ayağını tutuyorsun, ben burnundan tutuyorum diyemez. "Filin ayağından tutuyorsun" çok kuvvetli bir eleştiridir. Demek istiyor ki sen filin ayağından tutup, fili tuttum diyorsun. Sen bütün fili görebilirsin diyor Hazreti Mevlana. İbni Arabî de böyle söylüyor. İçimizden birisi fili tam görmemişse kimin ne yaptığı, kimin fil hakkında nasıl bir bilgi sahibi olduğunu bilemeyiz. Mutlak bir kaos ortaya çıkar. Sadece akıl delilimizle ya da sadece kendi dünyamızdan meseleye bakarsak kimse kimseyi ikna edemez, kavga yaparız.

-Örnekler aslında hem kavramamıza yarıyor, hem de bizi gerçeklerden uzaklaştırıyor. Soru iki: Ama bilinecek şeyler filden ibaret değil ki. Allah'ın ilmi, insanın kavrayacağı ilim bir filin sınırlarıyla ölçülemez ki.

-Sofistlerden beri söylenen cümle bu zaten. Sokrat, Platon bu cümle ile mücadele etti.

-Benim cümlem ile mi?

-Evet, bilgi kavranamaz, ona bütünüyle ulaşılmaz cümlesiyle. Bilgiye ulaşılamaz ne demek? Bilgi sana göre, bana göre değişir. Sokrat bunun için ortaya çıktı. Dedi ki hayır., falana filana göre değildir bilgi.

-One minute! Allah birdir, Hz. Muhammed de onun elçisidir. Nokta. Ondan sonra bütün ayetlerin yorumu sana göre, bana göredir. Sınır idrakimizdir.

-Daha büyük mesele şu. Allah birdir de sana göre, bana göre değişebilir. Tasavvuf bu değişimi kontrol altında tutmak için var. Bunun bir irşad sistemi var.

-Eğer birisi derse ki, ey ahali ben bunları bunları yaşadım. Gerçek budur, bu kadardır, bu da böylece biline! Ben ona veli demem. Ama bana diyorsa ki ben bir yolculuğa çıktım. Yolda şunları gördüm, bunları hissettim. Ama yol devam ediyordu. Bu benim için itibar edilecek bir şeydir. Allah sonsuz mülkünün bir kısmını açmış ona derim.

-Mesele Allah'ı tüketmek değil. Mesele insanın bilgi araçlarını ve bilgi ile yolculuğunu bir noktaya ulaştırmak. Biz insanın dünyasında konuşuyoruz. Marifetullah dediğimiz şey, insanın marifetidir. Allah'ın bize verdiğini konuşuyoruz. Ayeti kerimeye göre Adem'e öğretilen isimler üzerinde konuşuyoruz. Sonsuzluk üzerine konuşmuyoruz. Adem'in öğrendikleri sana göre bana göre değişir mi, değişmez mi?

-Değişir.

-Bir kısmı değişir. Eğer bütünü değişirse din olmaz. Tasavvuf hiç olmaz.

-Bir kısmı değişebiliyorsa o işin bütünü değildir zaten.

- Zaten tasavvuf değişimde değişmeyenin ne olduğunu tespit etmektir.

-Değişmeyen şu: Allah'ın birliği, beni onun yarattığı. Bir de peygamberin onun elçisi olduğu, onun sözleri. Başka yok.

-Mesele o değil ki. Adam Allah'ın birliği dendiğinde, enel hakk demeden Allah'ın birliğini anlamam diyor. O bile değişir. Eğer değişmeye başlarsa.

-Tamam, o kadar hissetmiş, o kadar öğrenmiş. O onun bilgisi. Benim bilgim değil.

-Ama dinin dönüştürücü ve buyurgan bir tarafı vardır. Din sizi eleştirir. Tasavvuf sizi eleştirir. Bu yaptığınız yanlıştır der. Siz diyeceksiniz ki ben bunu böyle görüyorum. Sen bunu böyle görüyorsun çünkü şaşısın. Mevlana diyor ki, damacanadan su getir. Adam şaşı. Hangisini diyor. Bir damacanayı iki görüyor. Kır birini diğerini getir diyor. Tasavvufun maksadı şaşılığı ortadan kaldırmak.

-Doğru da bunları kimden öğreneceksin? Bir mürşidin yoksa bir bardak suda boğulursun. Tabii hakiki bir mürşid bulmakta da zor. O yüzden öyle herkes girmesin bu yollara, namazını kılsın, duasını etsin, iyi insan olmaya çalışsın.

-Zaten namaz kılmak için bu yola giriyor.

-Tarikatsız tasavvuf olur mu?

-Tarikatsız tasavvuf olur. Ama tarikatla daha güzel olur. Eskiden tekkelerden kovarlardı, git oğlum ne işin var burada derlerdi. Mürşid peygamberdir. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır derler. Bu cümle eğer bir kez kullanılacaksa burada şeyh peygamber demektir. Peygamberi olmayanın peygamberi şeytandır. Bu islamın dolayısıyla tasavvufun asla vazgeçmeyeceği bir şeydir. Zaten bu İslam ve tasavvuf ayrımından vazgeçmemiz lazım. Bunun adı İslam ahlakı.

-Tasavvuf kelimesini kaldırırsak, sizi işten atmaları lazım.

-Kaldıramayız. Bir espiriyle ekmek teknesi diyeceğim. Ama dinin öyle bir besleyici tarafı vardır. Dinin ekmek kapısı olmasında bir yanlışlık yok. Bir iş yapıyoruz, uğraşıyoruz. Anlamaya çalışıyoruz.

-Tasavvufun son zamanlarda moda olması sizi rahatsız ediyor mu?

-Tasavvufun moda olduğu fikrinde değilim. İletişim araçları yaygın diye sanki çok ilgileniliyormuş gibi görünüyor. Konya'ya en fazla iki bin üç bin kişi geliyor. Modadan konuşmamız için bunun çok ileri inceliklerde olması lazım. Tasavvuf ile ilgili Türkiye'de çok fazla bir şey yazılmıyor.

-Neden son dönemlerde yeni tasavvuf kitapları yazılmıyor da hep ezberler tekrar ediliyor? Eski büyük velilerin ne dediği, eski tasavvuf sembolleri... Neden yenileri üremiyor?

-Bu, çağdaş bir beceriksizlik bence. Herhalde İbnü'l Arabî veya Mevlana herkesin kendi kavramlarını, sembollerini üretmesini isterdi bizden. Kendi anlattıklarını bir örnek kabul etmeyi, kendi serüvenimizi takip etmemizi istemiştir. Ama bu batıda da böyledir, bizim burada da. Denir ki, bütün batı düşüncesi Platon'a düşülmüş dipnottur. Yeni bir şey olmuyor. Çağlar çok uzun zaman dilimleri değil. Biz aslında İbnü'l Arabî'nin muassırları da sayılabiliriz. Çok yenilik bundan dolayı da olmuyor. Osmanlı tasavvuf düşüncesi de İbnü'l Arabî'ye düşülen dipnotlardır. Bu, Cumhuriyeti de kapsar. Bu biraz bilginin ve insanın tabiatından kaynaklanıyor. Bir de geçmişi daha kolay statikleştiriyoruz, onun etrafında toparlanabiliyoruz. Ama yaşayanlar etrafında toparlanmak daha zor. Türkiye'de de zaten bilgi, seviye çok düşük.

-Dünyada da öyle, değil mi? Çok parlak bir mutasavvıf çıkıyor mu?

-Tasavvufu iki şekilde düşünmek lazım. İslam ahlakını yaşayan böyle insanlar var, bu benim ilgi alanım değil. Ben akademisyenim, eserlere bakarım. Benim kanaatime göre bu yüzyıl içerisinde çok ciddi, kaydadeğer, tasavvuf tarihinin yönünü değiştirebilecek bir eser yazılmadı.

-Yeni eserler artık çıkmaz mı?

-Çıkabilir. Çıkması da lazım. Ben İbni Arabî'nin eserlerini Türkiye'de tasavvuf düşüncesi biraz derinlik kazansın diye çevirdim. Mevlana için de, diğer büyükler için aynı şey geçerli. Çok önemli, çok büyük diyorlar ama niye önemli olduğu konusunda kimsenin fikri yok.

-Arabî niye çevrilemedi bunca yıl?

-Yapılamadı. İbni Sina da çevrilemedi Türkçeye. İbnî Rüşt de. İslam düşüncesi çok önemli isimler yetiştirdi. Biz bunları Türkçeye kazandıramadık. Ve bunlar üzerinden bir düşünce inşa edemedik. Müslümanlık anlayışımızdaki yüzeysellik bundan kaynaklanıyor. Derinliğe biz ulaşamadık. Batı bunları çok erken hallediyor. Sonraki çağı hemen yeniden yorumluyor, yeniden inşa ediyor. Biz şimdi henüz daha el yordamıyla tanıma safhasındayız.

-Bir başkası da başka bir yüzyılda çıkıp İbnü'l Arabî'den farklı bir varlık paradigması üretebilir mi?

-Prensip olarak üretebilir tabii. Ama bu olur mu derseniz bence olmaz. Şöyle anlatayım. Mesela İbni Sina'nın bir sudr teorisi var. Emmanosyon da deniyor ona. Tanrıdan akıllar yoluyla Adem'in sudr etmesi, ortaya çıkması. Mesela bu teoriden daha iyisi gelebilir. Gelmiştir zaten. Ama vahdet-i vücud bu kadar somut bir teori değil. Ucu açıktır ve çok alana tatbik edilir. Ahlak yönü vardır, insan görüşü vardır, tabiat görüşü vardır. Tabiat görüşü çok önemlidir. Dünyada İbni Arabî'nin teorisinin o tarafı keşfedilmelidir, onun üzerinde durulmalıdır. Her şeyin canlı olduğu fikri. Her şeyin hakkı tespit ettiği fikri.

-Herşeyin canlı olması da kolay kavranabilecek bir bilgi değil.

-Pek çok düşüncede zaten evren canlıdır. Hindistan'a gidin, başka yerlere gidin, eski kadim çağlara gidin. Her şey canlıdır, fikri vardır. İbnü'l Arabî'nin büyüklüğü her şey canlıdır demek değil. Her şey niçin canlıdır ve her şey Hakka nasıl bağlıdır, bunu söylemektir.

-Yine başa dönmüş olacağız ama herkes kendi kabı kadar anlar bunu. Bilgi genel olsa da sen onu özelleştirirsin.

-Tasavvuf özünde bu cümleyi reddeder. Kişiye özellik cümlesini...

-İyi ama o bilgiyi kim kime söyledi, ne maksatla söyledi, nasıl söyledi, bağlamı neydi sorularını ihmal edemeyiz. Başkasının reçetesiyle ile tedavi olamam. Benim doktorum, yani mürşidim bana özel şekilde yeniden üretecek o reçeteyi.

-Reçeteyi geçelim, ilacı nasıl alacaksınız? Diyelim ki bu reçete sizin için üretildi. Ama o ilacı da kullanamazsınız. Çünkü o ilaçlar da başka bir takım denekler üzerinde çalışılıp üretildi. Elbette ki rehber lazım. Fakat burada mesele şu. İslam geleneğinde rehber hem kitaplardır, hem kişilerdir. Mürşidin varlığı kitapları gereksiz kılıp kılmamada ortaya çıkmaz. Mürşidi mürşid yapan da o kitaplar hakkındaki bilgisidir.

-Bilgi veliye vecd halindeyken veriliyor, adeta bir sarhoşluk hali.

-Ama bütün olarak bu metinler ayık olarak yazılıyor.

-Tamam yazılıyor da sekr halinin bilgisi olduğu gibi aktarılamaz diyorum.

-Onlar vecd halinin bir sekr hali olduğunu söylemiyorlar. Biz böyle varsayıyoruz.

-Beş duyunun kaydından kurtulmadan onları nasıl yaşayacak?

-Biz şimdi düşünürken de bir takım kayıtlardan kurtulmaya çalışıyoruz. Ya da şöyle diyelim. Ben bir şey düşünüyorum ama bu ya da şu gerekçeyle bunları tam söylemiyorum. Siz anlarsınız anlamazsınız bir sürü şey söyleyebilirim.

-Normal bir rüya bile tam olarak aktarılamaz uyandığın zaman. Şöyle bir rüya gördüm dersin. O rüyanın epey bir eksiltilmiş ve çarpıtılmış halidir. Çünkü misal alemine gitmişsin. Oranın sembolleri, şekilleri, dili farklı. Bu dünyada yok o kelimeler, o şeyler, o renkler. Dolayısıyla anlattığın şeyin birebir karşılığı yok dilde. Kalbinde var ve bir parmak bal ağzıma çalıyorsun. O kadar.

-O kadar değil. Çünkü tasavvufta bunlar netice aslında bunların önemli bir kısmı istisna. Mesele sizin kamil bir insan olmanız. Sizin gerçekten cömert, merhametli, tevazu sahibi olmanız. Sizin gerçekten insan olmanız. Bütün kimliklerinizden, statülerinizden sıyrılarak size giydirilmiş olan ya da sizin kendinizin giydiği bütün o elbiselerden soyutlanıp bir insan olmanız. Tasavvuf buna kul olmak diyor.

-Tasavvuf demiyor bunu Kuran diyor.

-Tamam, ne fark eder?

-Tasavvuf bir yöntem. Fıkıhçının, kelamcının, hadisçinin yöntemi ayrı. Dolayısıyla bunlar sadece birer yol, birer yorum.

-Bunlar birer yol tabii ki, birer yorum ama dinin iletişim dili vardır. Ve bu dil manaya uygundur. Aksi takdirde konuşmanın manası olmaz. Mesela peygamber efendimiz bize bir sürü şey aktarıyor. O aktardıkları bizi bir davranışa sevk ediyor. Mesela diyor ki, cenneti gördüm, cennet şöyle şöyleydi diyor. Cehennemi gördüm, şöyle şöyleydi. Bunu dedikten sonra biz mesela cennet için heyecanlanıyoruz, cehennemden korkuyoruz. Biz gördük mü peygamberin söylediklerini. Görmedik, aktardı. Peki biz onu nasıl anladık?

-Ama o doğrudan vahye bağlı. Diğerleri vahiy mi alıyor, ilham mı? Peygamberlere kamuya açıklanmak üzere bir takım bilgiler veriliyor. Velilere sadece o zevk etsin, yahut onun yetiştireceği insanlara, onların anlayacağı kadarıyla iletsin diye veriliyor.

-Cenabı hak kişiye özel sırlar veriyor vermiyor, meselemiz bu değil. Meselemiz bize bir sufinin nasıl bir yöntemle o ahlaka ulaştığıdır. Nasıl oluyor ki herkesin dünya malının peşinde koştuğu, bir statü almaya çalıştığı bir yerde bir grup insan çıkıyor, kendilerini ibadete, hizmete veriyor. Onlara özel sır verildi verilmedi, bu işin ayrıntısı. Metot bizim için önemli. İbnü'l Arabî diyor ki, din bize merhametli olmayı anlatıyor. Yeryüzünde affedemeyeceğim hiçbir suç yoktur, diyor.

-Tabii bu, Allah'ın herkesi affedeceğinin müjdesi olarak da okunabilir. O zaman da şirk suçunu da affedecek mi sorusu gelir?

-Ayette şirk dışında Allah dilediğini affeder deniyor, İbnü'l-Arabî de bunu ifade ediyor. Yani Allah prensip olarak affedebiliyorsa, insanın kin tutacak hali yok demek istiyor. Şirk ayrı tabii.

-İbnü'l Arabî, tövbe etmek şirktir diyor aynı zamanda. Hadi bakalım bunu okudu vatandaş, tövbesiz nasıl kul olacak? İbni Arabî rehbersiz okunamaz bence.

-Emin olun İbnü'l Arabî'yi kimse okumuyor zaten Türkiye'de. Bırakınız onu, insanlar Türkiye'de tasavvuf metinleri okumuyor.

-Kuran okumak yetmez mi?

-Evet insan hayatında bir kitap okuyacaksa bence de Kuran okusun. Ama hayatında bin kitap okuyacaksa, bunu da okusun. İbnü'l Arabî okurları bana soruyorlar, okuyalım mı okumayalım mı? Bir, fetvayı sevmem, haddim değil. Okuyun, okumayın demem. Ben İbnü'l Arabî'yi okumayınca kimi okuyacağım, bunu düşündün mü? Mesela İmam rabbani'yi okumayacağım, kimi okuyacağım düşündün mü bunu? Mevlana'yı okumayacağım, kimi okuyacağım?

İslam düşüncesini ciddiye alan herkes tasavvuf okumak zorundadır. Çünkü bu bir tefekkür meselesi.

-Peygamber efendimiz zamanında böyle terimler var mıydı? Tasavvufun adı mı vardı, vahdet-i vücud mu vardı? Ashab-ı sufheye özel anlatılırdı bazı şeyler. Ziyafete herkesi davet edemezsiniz. Herkese ait bir olan bilgiyi zaten hadislerden okuyoruz. Öbürlerini biliyor muyuz? Peygamberimiz çok dar bir kitleye bunları anlatmış. Öyle değil mi?

-Değil. Çünkü Peygamber efendimiz sanki Allah'ı görürmüş gibi ibadet etmekten söz ediyor. Bu o kadar ileri bir düzey ki. Kim yapabilir bunu. Bir sürü insan diyebilir ki, insanların kafası karışıyor böyle cümleler kurma. Hadis bu. Tasavvufta hiçbir cümle, peygamber hadislerinin üzerine çıkamaz. Ama peygamberin hadislerini biz bir şekilde sırlıyoruz ya da tevhid ediyoruz. Aşağıya doğru bir ip sarkıtsanız Allah'ın üzerine düşer diyor. Bu bir hadis.

-Sahih mi?

-Sahih tabii. Cenabı hak her yerde değil mi?

-Şah damarımdan daha yakın.

-Şah damarından daha yakın ifadesinden daha paradoksal bir ifade olabilir mi? Şah damarınız can demek. Candan daha yakın, içeride nasıl olacak size?

-İçindekinin içindekini anlamak için Fihi ma fih'i mi okuyacaksın yani?

-Tasavvufu biz önce ahlaki davranışlarda bulacağız. Ondan sonra bu ahlaki temellendiren metafizik düşünceye gideceğiz.

Sadreddin Konevi'yi keşfedecektir. Konevi Selçuklu, Osmanlı, cumhuriyet dönemleri, bu toprakların yetiştirdiği en büyük entelektüeldir

-Tereciye tere satmaya kalkmak röportajcının vazifesi hocam! Bu da bizim sınavımız! O'nu isimleriyle bilebiliyoruz ama isimler onu kayıt altına almak değil midir aynı zamanda?

-İsimler sonsuzdur meselesi dört saat konuşulacak bir konu. O kadar zor bir konu ki. Herkes bunu bilir, Allah'ın isimleri sonsuzdur. Niye sonsuz? Senin ismin sonsuz mu?

-Sonsuz tabii. Nur kelimesi anlat anlat bitmez. Biz en iyisi çıkalım bu raydan. Size bir ödül verecekler değil mi?

-Tassam diye bir vakıf. Vizyoner bilim adamı ödülü verecek.

-Tebrik ederiz. Fütuhat'ın kaçıncı cildine kadar çevirdiniz?

-17'inci cildi çıkmak üzere. Yazarlar Birliği tercüme ödülü vermişti ilk üç cilde. O zaman Zaman Gazetesi'nde bir röportaj yapmıştık ilk yayınlanmaya başladığında. Şimdi sonuna geldik, Zaman Gazetesi'ne yine röportaj.

-Ne zaman bitiyor tümü?

-Ocak ayında bitmiş olacak, tahmin ediyorum. Yayını 2006'da başladı, 2012'de bitmiş oluyor.

Ben İbnü'l Arabî'yi çevirmek için aşağı yukarı on, on beş tane başka kitap çevirdim. İbnü'l Arabî'yi anlamak için. Türkiye'de bunun bir örneği yoktur.

-Nereden merak saldınız?

-Ben imam hatip ve ilahiyat okudum. Tasavvufta yüksek lisans yaparken Sadreddin Konevî'yi keşfettim. Baktım ki bu tasavvufta doğru bir şey yapmak istiyorsan önce Konevî'yle meseleni halledeceksin.

-Konevi Türkiye'de tasavvuf okumalarında ne yazık ki çok popüler değil.

-Türkiye bir gün Sadreddin Konevi'yi keşfedecektir. Konevi Selçuklu, Osmanlı, cumhuriyet dönemleri, bu toprakların yetiştirdiği en büyük entelektüeldir.

-Rumi'nin fars kültürüne ait olduğunu mu düşünüyorsunuz?

-Hayır. Mevlana şairdir. Bizim geleneğimizde nazari düşünce şiirden üstün kabul edilir. Bizim Mevlana'yı anlamak için Konevî'ye bakmamız lazım. Ama Konevî'yi anlamak için Mevlana'ya gitmemiz gerekmez. Üstat olan Konevî'dir.

-Konevî, İbnü'l Arabî'nin de üstadı değil ama.

-İbnü'l Arabî şeyhül ekber. En büyük otorite o. Onun yanında Konevi. Mevlana ayrı bir ekol ama aynı çağda yaşamışlar. Ondan sonra Osmanlı düşüncesinin bütün büyük isimleri geliyor. Davudi Kayseri, İsmail Hakkı Bursevi... Selçuklu Osmanlı düşüncesinde aşağı yukarı büyük düşünürler hep Konevî'nin talebeleri olmuşlar. Konevî, İbnü'l Arabî'yi bir ekole çeviren kişi, aynı zamanda İbni Sina geleneğini, bütün dini düşünceyi yeniden yorumluyor. Osmanlı Selçuklu vesaire bütün bu topraklardaki düşünce bir şekilde onlara dayanmış oluyor.

Yirmi yılımı aşağı yukarı Sadreddin Konevî ile, İbnü'l Arabî'ye verdim

-Said-i Nursi'yi tasavvufi gelenek içinde nereye koyarız?

-Said-i Nursi'yi ben tasavvuf, fıkıh ve kelamın bir meczi diye düşünüyorum. Aslında bu İslam geleneğinde özellikle yüzünü irşada çevirmiş kişilerin bulmak istedikleri bir meczdir. Bilimler dini çok parçalıyor. Bu parçalanmışlığı aşıp bütünü görmek lazım. Said-i Nursi bence bunu yapmaya çalışıyor. Ama bazı cümleleri var, o cümlelerin bence çağımızda daha iyi yorumlanması lazım. Bir tanesi, devrimiz iman devri, sözü. Bence bütün devirler aslında iman devridir. Bu cümleyi bazı insanlar devir tasavvuf devri değil gibi düşünüyorlar. Tasavvuf asla bir lüks dönem işi değildir. Tasavvufun temel meselesi imandır.

-Sizin 45 tane mi kitabınız var?

-Aşağı yukarı. Bunun 5'i telif, fakat devam eden telifler var. 40 tane çeviri ama cilt olarak. Normalde beş çevirim var bence. Ama İbnü'l Arabî'ninki 22.

-Gece gündüz çeviri yapıyorsunuz yani

-Evet öyle oluyor. Her bir cilt 500 sayfa.

-Hanımla, çocukla görüşmeye zaman kalıyor mu?

-Bizim evde tabii sadece İbnü'l Arabî konuşuluyordu bir ara. Hanım, ben, İbnü'l Arabî, bir de oğlum var.

-Çok güzel başlık oldu bu bana.

-Bir gün konuşuyoruz yine böyle. Oğlum 3 yaşlarında o zaman. İbram abi diyor. İbram abi, ibram abi... Ben ibram abi kim dedim, Allah Allah. Kuzenlerde falan mı var. Hanıma sordum İbrahim abi kim dedim. O da tam anlamadı. Sonradan baktık, İbni Arabî'ye İbrahim abi diyor. Şimdi on yaşında. İbnü'l Arabî benim için oğlumun İbrahim abisidir. Yirmi yılımı aşağı yukarı Sadreddin Konevî ile, İbnü'l Arabî'ye verdim. Türkiye'de her şeye değinilip geçiliyor, derinleşme yok. Bence her şeyle derin ve ciddi bir şekilde ilişki kurmak lazım. Benim akademik hayatım bu ilke ekseninde gelişti. İbnü'l-Arabî ve Konevi'de yapmak istediğim bu oldu.

[email protected]

01 Ocak 2012, Pazar

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.