“Semadaki Prolog”un Arzdaki İzdüşümü

Prof. Dr. Asım Yapıcı'nın ‘Edebiyat ve Sinema Yazıları’nın sunuş yazısı:

“Semadaki Prolog”un Arzdaki İzdüşümü

“Uygarlık ve kültür” diyor İzzetbegoviç, “insanın iki temel boyutuyla yakından ilişkilidir. Birisi yeryüzü tarihine işaret eder, diğeri “semadaki prolog”a. Bu anlamda birisi dünyevi ve somuttur, diğeri metafizik ve tarih dışı. Bunlara “alet” ve “kült” demek de mümkündür. “İdea” ve “madde”yi sembolize eden bu durum, insanın tarihsel serüvenini ortaya koyar, kültür ve uygarlık açısından. Bu serüvende insanın kendisi olması ya da kendine yabancılaşması… İşte asıl sorun burada. Ruhsuz madde ya da maddesiz ruh ikilemi. Her iki durumda da “insan” kayıyor elimizin altından aynen cıva gibi. İnsanı bir kere kaybettik mi, artık onun özgürlüğünden de bahsedemeyiz. Çünkü hürlük sadece dünyevî ya da sadece ruhanî bir varlık olmanın ötesinde aynı anda her ikisi olabilmekle mümkün, tıpkı H2O gibi. Hidrojen ve oksijen tefrik olunduğunda nasıl ‘su’dan bahsedilemezse, aynen maddî ve manevî tarafı, nefsi ve ruhu, aklı ve kalbi ayrıldığında da “insan” denilen varlığı bulmak imkânsızlaşır. Bu noktada insanın içsel yöneliminde, kendini keşfinde, kendi derinliğini hissetmesinde ve nihayet kendisiyle buluşmasında din ve sanatın çok önemli, hatta vazgeçilmez olduğunu ısrarla vurgulayan Izzetbegoviç’e göre hür olmayan insan ne bir dine bağlanabilir ne de estetik bir ürün ortaya koyabilir.

“Semadaki prolog” sürekli kökenimize davet ediyor bizi, o koptuğumuz, unuttuğumuz ya da bir türlü hatırlamak istemediğimiz metafizik kökene. Bu noktada sormadan edemiyoruz: Kim ya da nedir, semadaki proloğu gösteren yahut hissettiren bize? Cevap basittir aslında. Zira bilim fiziksel dünyayla ilişkiliyken din ve sanat metafiziğe açılan pencerelerdir. Katı seküler denilen bir sanatçının eserinde bile örtük şekilde varlığını hissettiren metafizik unsurları dikkatli bir okumayla yakalayabilmk mümkün.

Varlık, insan ve hayat tam bir sırdır aslında. Din, sanat ve felsefe bu sırrı faş etmek için ihtiyaç duyduğumuz üçlü sacayağı olarak duruyor karşımızda. Çünkü kâinattaki gizeme dikkati çeken din, sanat ve felsefe geleneksel dönemde bir bütün olarak tekli, modern ve post modern dönemde ise ayrışmış biçimde üç farklı anlam dünyası inşa ediyor.

Günümüzde tüketim kültürünün bir parçası haline gelen din, sanat ve edebiyatın gittikçe ruhsuzlaştığını hissediyoruz. Guenon’a göre bilim ve teknolojinin sunduğu fırsatlar, değişen insan anlayışları, haz ve hıza bağlı bir yaşamın kutsallaştırılması, her şeyin sadece üretim ve kar penceresinden görülmesi ruhun zayıflamasına, hatta geri çekilmesine yol açmıştır. Elde kalan sadece maddileşme ve şeyleşme… Şeyleşme de neyin nesi diyesi geliyor insanın. “Şeyleşme” diyor Timoty, “dünyada ilişkilerin ve bütün bir varoluşun sadece teknik ve pratik bir düzeyde ele alınıp sürdürülmesidir.” Her geçen gün daha fazla yitiyor gibiyiz, bizden yana olmayan modernin tsunamik bunalımında.

Edebiyatçılar ve sanatçılar ister seküler olsun isterse olmasın toplumu ve bireyi anlama noktasında akademisyenlerden daha avantajlıdır kanaatime göre. “Faust”ta tinselliğinin kayboluşunun muhteşem bir resmini çiziyor Goethe. Kalp merkezli kırsal hayatın giderek yok oluşuyla birlikte akıl ve bilim merkezli endüstri toplumunun doğuşunun travmatik sancıları, nihayet kaygı, yalnızlık, yabancılaşma ve intihar. Anlıyoruz ki kentleşmeyle birlikte gelişen ve değişen uygarlık, insanı dinden ve sanattan uzaklaştırarak ruhsal sefaletin kıyısına getirmiştir. Modern sanayi toplumu için en uygun mekân da kent. Kent insanının kalabalık içinde yalnızlığını en iyi betimleyen motif de otel ve otel odaları.

Hayati Koca “Bir Otel Odası Yalnızlığında Necip Fazıl ve Attila İlhan Buluşması”nı anlatırken birden burasının bir kervansaray ya da han olmadığı gerçeği saplanıyor beynimize tıpkı bıçak gibi. “Şehirlerin ruhu”… “Hangi ruh?” diyesi geliyor insanın. Hatta İsmet Özel der ya “ruhu olmak bütün bunları sağlayamaz insana”. Ruhu olan neye sahiptir acaba “olma”nın değil “sahip olma”nın tek değer olduğu dünyada? Şehrin ruhu olsaydı eğer ruhun şehri acaba Mekke, Kudüs veya İstanbul mu olurdu? Mardin ve Urfa, Belgrad ve Bosna,  Tebriz ve İsfehan, Semerkant ve Buhara muhtemelen alınır ve kızardı bu betimlemeye. Sizi ruhsuzlar sizi, ruhunuzu satın moderniteye sonra ruhsuzluktan dem vurun… O zaman kıravatlı bir derviş olan Asaf Hâlet Çelebi’yi çağıralım da elindeki baltayla devirsin modern zaman putlarını.

“İbrâhîm

içimdeki putları devir

elindeki baltayla

kırılan putların yerine

yenilerini koyan kim”

“Baltanın edebiyattaki lüzumuna Asaf Halet Çelebi’yi tanıdıktan sonra iyice inanmıştım” diyor Hayati Koca. Neo liberal kapitalizme karşı Baltaları gömecek miyiz yoksa gömülü olduğu yerden çıkaracak mıyız? İşte asıl sorun burada. Yoksa baltalar toprak altında çürümeye yüz mü tuttu? Modern dönem prangalarından nasıl kurtulacak insanoğlu?

Günümüzde şehir kente dönüşmüştür, insan da bireye. Bu süreçte birey o kadar çaresizdir ki bir putu yıksa öbürü ile karşılaşmaktadır kent hayatında. Özgürlük nostaljik bir kavrama dönüşmüştür, kurulu saat gibidir hayat, dünya en büyüğünden F tipi cezaevidir, görevler tadat edilmiştir tek tek. Geleneksel insan cennetten düşüşün dramını yaşarken modern birey gündelik hayatın telaşı içinde kendisini kuşatan dramı bile fark etmekten acizdir. “Tarihin sonu” der ya Fukuyama… Evet tarih sona ermiş gibidir. Neo liberal kapitalist sistem sosyalizm dâhil bütün ideolojilerle olan savaşını kazanmıştır, tıpkı Marduk’un Tiamat’ı yenerek mutlak egemenliğini ilan etmesi gibi.

Cahit Zarifoğlu “Mavi Gök Orda mı?” der, betonlaşan ve artık görülmez olan gökyüzünü ararcasına. İşte modern bireyin kente yenilişi. Sezai Karakoç “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” dese de acaba bu geleneksel dünyayla mı ilgilidir, yoksa modern ve post modern dünyayla mı? Her şeyin metalaştığı ve şeyleştiği bu dünyada Allah’tan başka sığınak da kalmamıştır. Bu durumda karşımıza “Sultan” şiiri çıkar Zarifoğlu’nun, “ACZ”ini itiraf eder orada, çaresizliğini. Bu hal tam bir teslimiyet ve dua halidir. Tıpkı Didem Madak’ın: “Zamanı sarışın bir kedi olarak yarat baştan Allah’ım / Bırak okşayayım / Esirge ve bağışla beni gerçekten / Bırak düşlerimde kaybolayım …/… Bir ağıt olarak yak beni Allah’ım / Parmaklarına kına olayım hayatın / Affet bu siyah ve transparan duayı / Ben zaten gecenin arka cebinde falçatayım.” dizelerinde olduğu gibi.  

Türk-İslam medeniyetinin anlam kodlarını Peyami Safa’da arayan Hayati Koca doğru bir iz üstündedir. “Medeniyet: İç Sınır “Fatih-Harbiye”; Dış Sınır Doğu-Batı” der. Haklı ve isabetli bir tespittir. Fatih-Harbiye “iç kaleyi temsil eder, iç kale düşerse medeniyet düşer. İbrahim Tekenekici’nin “kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi”  dizesi gelir akla. Yeniden düşünmeye başlarız: Biz kimiz ve nereye gidiyoruz?

Hâlâ umudumuz var, çünkü edebiyatımız ağır aksak da olsa metafizikle temasımızı kaybetmemize müsaade etmiyor.  Şair, romancı ya da öykücü… Bunlar semadaki prolog ile temas kurabilme potansiyeline sahiptir, hatta mahirdirler bu konuda. Sadece bunlar mı? Tabi ki değil. Tüm sanat alanları önemli fonksiyonlar üstlenebilir bu hususta.

Modern dünyada değişim sadece insan, şehir ve medeniyet tasavvuruyla sınırlı değil elbette. İnsan değişirken algı ve idrak biçimleri de farklılaşıyor. İşitsel dünyadan görsel dünyaya doğru evrilen bir zaman dilimindeyiz.  Sinema, TV, internet ve sosyal medya her geçen gün daha fazla artırıyor görselliği. Dahası mahrem ile namahremin, kişiye özel ile kamusalın sınırları gittikçe müphemleşiyor. Reklam ve özendirme sektörü haset, kıskançlık ve çekememezlik duygularını körüklerken hep daha fazlasına sahip olmanın ya da olma arzusunun ahlaksız bir rekabeti beraberinde getirdiği bir dünya kuruluyor. Burada ahlakî olmayan her şey sanki normal gibi. Hazcı tüketim toplumuna direnmek saflık, hatta aptallık kategorisinde değerlendiriliyor. Geleneksel dünyanın normalleri artık anormaldir, dünün anormalleri de “kalp huzuruyla” normal! “Kalp huzuru”, fazla tanıdık geliyor, ama bir o kadar da yabancı olduğumuz bir kavram. 1900’lü yılların başında İkbal: “Batı insanı kalbini kaybetti” diyor “Doğu insanı ise aklını”. Şimdi yaşasaydı ne derdi, orasını bilemem, ancak ben Doğu’nun hem aklını hem de kalbini kaybettiğini, sadece içgüdüleriyle hareket ettiğini düşünüyorum. Hâlâ umudumuz var mı? Elbette var.  İnanıyorsak canlı tutmak durumundayız umudumuzu.

Yeniden İzzetbegoviç’i hatırlayacak olursak din ve sanat metafizik ile temasımızda hayatî öneme sahip. Bu burumun farkında olan yazarımız Hayati Koca, edebiyat ve sinema üstünden kültür ve medeniyet buhranlarını analiz etmeye çalışıyor.

Hayati Koca “Mâsivâ” ile şiir dünyasına atım atmıştı ve ona “belaya hoş geldin” demiştim. Şimdi o, kültür ve medeniyet sancısı çekmekte. O zaman bize de şöyle demek düşer: Sevgili dost öyle bir püsküllü belaya bulaştın ki, sana artık doktorlar bile çare bulamaz. Yazdıkça daha çok yazmak isteyecek, düşündükçe beyninde zonklamalar hissedeceksin. Tıpkı Necip Fazıl’ın “Ben artık ne şairim ne fıkra muharriri, sadece beyni zonk zonk sızlayanlardan biri” demesi gibi.

Sevgili Hayati, “Mavi Gök”ü bulduğun zaman otelin betonları han duvarlarına dönüşecektir.

 

Prof. Dr. Asım Yapıcı

Şair, Yazar Hayati Koca’nın Yeni Kitabı ‘Edebiyat ve Sinema Yazıları’

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.