Mücadele Birliği Hareketi Yazar Yusuf Çalışkan
Yeniden Milli Mücadele Memmuası’nın yazı kadrosu kimlerdi diya sorulsa Kemal Yaman ağabey rolüyle, AhmetTaşgetiren Yazım organizatörü yönüyle ifade edilirdi. Başka hangi yazarlar vardı, dense aklımıza. Hüyeyin Gülerce, Yusuf Çalışkan, İsmail Nakilcioğlu ve sonraki katılımı ile İsmail Aydın gelirdi. İsmail Çalışkanı hep saygılı vr sevimli tavrıyla tanıdı biz yaşça büyükler. Abilerinin yanında daima sessizliği severdi. Kelimeler ağzından süzülerek dökülürdü. Sesini hiç gür çıkarmazdı. İhtiyaç olunca, lazım olunca kullanılacak malzeme gibi dilini ağzının içinde tutar, öfkesini bilmem ama sevgisini hep gülümseme ile ortaya kordu. Uzaktan gözlemlediğim de arkadaşları, yaşıtları arasında şakalaştığı da oluyordu. Böyle anlarda hafif sesli güldüğünü de gördüm. Hem güleç yüzlü olmak, hem sessiz olmak doğrusu merhuma yakışıyordu. Yusuf çalışkan hakkında elbette yazacağım benim de çok söyleyeceklerim olabilir Ancak sözü ehline bırakmak gerekir.Sözü yazar arkadaşı, meslek taşı yazar, şimdiki hizmetleriyle emekli noter ve avukat, Yazar, İsmail Aydın’a havale ediyorum.
ARKADAŞIM YAZAR YUSUF ÇALIŞKAN (1950-2020)
Avukat İsmail Aydın
Hani telefon acı acı çaldı derler ya, 8 Haziran 2020 günü saat 12.35’de işte öyle bir şey oldu. Yatak odamdan holdeki telefonuma ulaşıncaya kadar, telefon gerçekten uzun uzun ama acı acı çaldı. Arayan kardeşim ve meslektaşım Av. Sabri Turhan idi. Telefonu açtığımda, İsmailciğim dedi Sabri, “gerçi Vakıf henüz mesaj yapmadı ama ben başka bir gruptan aldım haberi, Yusuf Çalışkan vefat etmiş, duydun mu” diye sordu. Duymamıştım. Sabri devamla anlattı. “Gazete çalışmaları için İstanbul’a geldiğimde Bizim Anadolu gazetesinde Kemal Yaman Ağabey ile üçümüz birlikte çalışmıştık. Bir de karikatür çalışmaları yapan Eskişehirli Ercan vardı. Yusuf Çalışkan askere gidince ben, sizin kaldığınız eve gelmiştim” dedi. Evet, öyle olmuştu. Şimdi de yetim-i akran olduk.
Yusuf Çalışkan, Adana’mızın yiğit evlatlarındandı. Memleket kalkınmasında en önemli işlevi yerine getirecek olan eğitim ordusunda görev almak üzere, öğrenimini Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda tamamlamak üzere altmışlı yılların sonlarında İstanbul’a gelmişti. Bir bakıma bu yönüyle ana-babasının da umuduydu. Ancak o tarihlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere üniversite eğitimi için gelen millet evlatları, ilkokul ve ortaokul şöyle dursun, lise öğreniminde bile hayata ve kâinata dair sağlam ve tutarlı bir bakış açısı elde edememiş olduklarından, ilim yaftalı “ilmî sosyalizm” sloganıyla aldatılıyor, zihinler başka alanlara kaydırılıyor ve böylece genç insanımız kendi milletine, kendi tarihine, kendi değerlerine, kendi köklerine, kısaca kendi kültür ve medeniyetine yabancılaştırılıyordu. Lenin ve Stalin posterleri arkasında kızıl bayraklı yürüyüşler yapılıyordu. Atatürk dâhil hiçbir Türk büyüğü bu yürüyüşlerde anılmazdı. O yıllar üniversite gençliği, millet düşmanlarının, sonu “izm”le biten yabancı ideolojilerin beynelmilel saldırısıyla karşı karşıya idi. Geniş ODTÜ arazisi silahlı eğitim sahasıydı. Üniversitelerde sözde işçi ihtilâlı provaları yapılıyor, darbeler planlanıyordu. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu da, bütün eğitim kurumlarını millete saldırı üssü haline getiren ve adeta yabancı ajanı gibi çalışan ve kendilerini “solcu-devrimci” olarak niteliyenlerin hedefinde bir kurum idi. Bu gruptaki gençler, o zamanki adı SSCB olan Rus taraftarı bir strateji ve ideoloji izliyordu ya da sırf Amerikan karşıtlığını dile getirmeleri sebebiyle öyle bir görüntü veriyorlardı. Buna mukabil Yusuf Çalışkan ve bir avuç arkadaşı, millîliği savunarak, her türlü emperyalizmi reddediyor, “Amerika-Rusya, Yahudi’ye Kukla” sloganıyla özetledikleri fikirleriyle, ilmî delillerle ve tarihî sebeplerle, bu gençlerin yanlışına karşı çıkıyor, hem Rus çizgisinde olmanın tehlikesine işaret ediyor hem de Amerikan emperyalizmine dikkat çekiyorlardı.
MİLLETİN UMUDU GENÇLİK
Yusuf ve arkadaşları, bu yönleriyle de milletin umudu haline gelmişlerdi. Çapalılar, masonik- kozmopolit kadroların yönetiminde yok oluşa giden sorumsuz gidişata mukabil, millî düşünüş ve duruşla, söz konusu saldırılara kahramanca direndiler. Hayata anlam kazandıran manevî ve millî değerlerin yılmaz savunucuları oldular. Şanlı fikir mücadelesinin yanı sıra geceleri okulda nöbet tuttular, iktidarın vurdumduymaz tutumuna rağmen bu kurumu saldırganlara kaptırmadılar. Lakin kandırılmış gençlik, kışkırtıcı ajanların oyunlarına gelerek Çapa’lı gençlere iftiralar attılar. Bu esnada Yusuf, Mustafa Tosun ve birkaç arkadaşı tutuklanarak ceza evine kondular. Çileyle geçen yargılama sürecinin sonunda berat ettiler ama “Ba’d el harab-il Basra” yani Basra harab olduktan sonra. O günler anlatılmakla bitmez. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun bu anlamda işlevi o kadar büyüktür ki, bazı arkadaşlarımız “Çapa’nın tarihi yazılmalıdır” demişlerdir. Rahmetli Ahmet Kabaklı, Diyarbakır’ın yiğit evladı Cuma Yavuz’un vefatı üzerine kaleme aldığı bir yazıda, “Okulda rahat ders verebilmem için Cuma ve arkadaşları hissettirmeden bana korumalık yapıyorlarmış” diye yazmıştı. YAZI HAYATI
Merhum arkadaşım Yusuf’u, Ramazan Kiraz’la birlikte Yeniden Milli Mücadele Mecmuasında yazmak için davet edildiğimizde tanımıştık. Sahabe kültürü almış Yusuf, Çapalılar için sembol bir isimdi, kelimenin tam anlamıyla kibar bir insandı. Yazı kadrosunda ondan başka Ahmet Taşgetiren, Hüseyin Gülerce ve İsmail Nakilcioğlu vardı. Bizimle beraber toplam altı kişi olmuştuk. Haşim Vatandaş Yeniden Milli Mücadele mecmuasının, Saim Okan Pınar dergisinin kapaklarını yapardı. Karanlık odada resimleri tab eden arkadaşımızın ismi yanılmıyorsam Coşkun idi. Üç Mehmetler olarak bilinen Mehmet Akif Ak, Mehmet Ali Taşçı, Mehmet Tacdiken ile Hasan Erden Pınar dergisinde yazarlardı. Yusuf, son derecede sabırlı, acele etmeyen, boş laftan çekinen ve bu yüzden az konuşan, çok düşünen ve düzgün yazan; halimizle mütenasip olmayan hayallerden uzak, buna mukabil, mevcut şartlarda neleri yapabiliriz, neleri yapamayız gibi sorulara cevap arayarak hareket eden bir karaktere sahipti. Öne çıkmak gibi bir çabası olmayan bir arkadaşımızdı. Hayalleri vardı ancak hayalperest değildi. Köy Enstitüleri’nin hoş olmayan gidişatı hakkında yazıları mevcuttu ama gerçeği teslim etmekten de çekinmezdi. Matematik öğretmenliğinden emekli olduktan sonra, bir telefon görüşmemizde, eğitimin içine düşürüldüğü çıkmaza işaret ederek, “Milletin inancıyla tezat teşkil etmeyecek bir yapı ve anlayışa kavuşturulabilselermiş, Köy Enstitüleri kapatılacak okullar değil bilakis geliştirilecek okullarmış” demişti. Onun en etkili ve cesur yazılarından biri, sütununu boş bırakarak Danıştay’ı protesto ettiği yazısıydı. Yetmişli yılların ikinci yarısıydı. Yaşı müsait olanların hatırlıyacacağı üzere, o zamanlar Danıştay, “MC Hükümetleri” olarak nitelenen hükümetlerin atama niteliğinde yapmış olduğu her tasarrufu yani her atamayı doğru-yanlış, haklı-haksız ayırımı yapmadan iptal ediyordu. Pek tabii olarak Yusuf bu kararları haksız buluyordu. Yolu birkaç defa Basın Savcılığı’na uğramış olmasına rağmen Danıştay’ın bu tutumunu kabullenemiyor, “Değerli okurlarım! Danıştay iptal eder düşüncesiyle bugünkü yazımı yazamıyor, o sebeple sütunumu boş bırakıyorum” diyordu. İzninizle bu noktada bir dileğimi ifade etmek isterim. Bizler belli yaşlara geldik, belki ömrümüz vefa etmeyebilir ama genç araştırmacılardan beklediğimiz, Yusuf’un imzalı imzasız, milletimizi ve değerlerini savunan kahramanca yazılarını derleyip bir araya getirmelerdir. Niçin olmasın? Askerlik için Tuzla Piyade Okulu’na gitmişti. Yedek subay adaylarının disiplin anlamında askerî kurallara uymakta ne kadar zorlandıklarını anlatırken “Biz onlar gibi zorlanmıyoruz, disiplin anlayışımız, belli prensiplere uyma alışkanlığımız askerlerinkinden daha ileri seviyede” der, Mücadele Birliği hareketinin isabet derecesini anlatırdı.
KERHEN AYRILIK
Yusuf, her nasılsa bir muhalif rüzgârın esmesi sonucu, askerlik görevinden sonra İstanbul’a dönmedi. Birçoklarının aksine dedikoduya karışmadı. Sessiz sedasız, canı gibi sevdiği arkadaşlarından istemiyerek uzaklaşmak zorunda hissetti kendini. Yaptığımız telefon görüşmelerinde, ayrılığın hasretini ifade ediyor, arkadaşlarımızın telefon numaralarını istiyordu. Son görüşmemizde Kemal Yaman’ın telefon numarasını istemişti. Geri dönüş telefonlarından bu konuda kendisine yardımcı olduğumu düşünüyorum. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra ne yazık ki yüz yüze görüşemedik ama eskiden yaptığımız gibi “kucaklaşabilme” dileklerimizle biten telefon konuşmalarımız oldu. Menfaat beklemeksizin yapılan çalışmaların insanı yormadığını, bu yüzden İstanbul’da geçen günler için pişmanlık duymadığını ifade ederdi. Onunla pek çok hatıramız oldu, onlardan en tatlısı şudur: Kurban bayramlarından birinde, imkânsızlıklar sebebiyle yeterince yiyemediğimiz kavurmadan biraz fazla kaçırmıştık. “İsmailciğim, galiba tokmaladık, çıkalım da biraz yürüyüş yapalım” demişti. Üsküdar/Şemsi Paşa Külliyesi civarında sahilde yürümüştük. Arkadaşlarına karşı çok cömertti ve onlara elinden gelen ikramı yapardı. İşimiz yeterince elvermediğinden memleket ziyaretlerine pek sıklıkla gidemezdik. Arada bir gittiğimizde de, yöremize has bakliyattan mercimek, bulgur, biber, nohut, salça; ev yapımı pasta, börek çörek; kurutulmuş meyve cinsinden yiyecekler getirirdik. Yusuf Adana’ya gittiğinde, yöreye has içli köfte ve yanında limon getirirdi. İçli köfteleri kendi eliyle hazırlar, sofraya kor arkadaşlarına ikram ederdi. Kendisi bu esnada yiyormuş gibi oyalanır yani az yer, sanki kendisi yiyormuş da tat alıyormuşçasına arkadaşlarının yemesini zevkle seyrederdi. “Sen de yesene” dendiğinde, “Ben anamın yanındayken çok yedim” derdi. İçli köftenin başını sanatkârane delip içine limon sıkarak yemesi ayrı bir incelikteydi. Yusuf ile yaptığımız Şemsi Paşa yürüyüşünü daha sonraları, marul yiyerek genç Çapalılardan rahmetli Mehmet Ali Taşçı ile yapmıştık. Atasözünde “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” dendiği gibi telefon görüşmelerimizde o günleri hasretle anar ve tekrar yaşamak isterdik.
KÖTÜ GİDİŞATA “DUR!” DENİLMELİDİR
O yılların gençliği, dünyayı değiştirmeye azimli, zor ve büyük görevlere talip bir gençlik idi. Okuyan, araştıran, öğrendikleriyle birlikte sorumluluk üstlenen bir gençlikti. Milleti millet yapan değerler anlamsızlaşarak toplum hayatından uzaklaşıyor, giderek silikleşiyordu. Toplum siyasi, ekonomik ve kültürel buhranın etkisiyle giderek yozlaşıyordu. Bekâ problemi yaşıyorduk. Devlet ve millet olarak, yabancı istihbarat örgütlerinin körüklediği anarşinin kucağında, karanlığın birinden diğerine sürükleniyorduk. Eğitim hiç umut vermiyordu. Kötü gidişata “dur” denilmeliydi. Türkiye’nin geleceği için canını fedadan çekinmeyecek yönetici-millî kadrolar yetiştirilmeliydi. Yusuf bu uğurda samimiyetle ve tam bir inanla mesai harcamış bir arkadaşımızdı. Rahmetli arkadaşım, o yıllarda yapılan çalışmaları toprağa atılan tohuma benzetir, “Toprağa atılan tohum bir gün mutlaka meyve verir” derdi. Yapacağım sohbet toplantılarına katkısı olur düşüncesiyle telefonuma videolar gönderirdi.
HAYATA ANLAM KAZANDIRAN AMEL
Rahmetli, vaktiyle bir kalp rahatsızlığı geçirmişti ancak son zamanlarda Ramazan Kiraz’ın ifadesiyle sağlıklı gözüküyordu. İnanıyoruz ki, ölümlü dünya, hastalık-sağlık dinlemiyor, genç-ihtiyar ayırımı yapmıyor, vakti-saati gelen ölümsüz ahiret hayatına yürüyor. Ecel gelmiş cihane, baş ağrısı bahane, herhangi bir sebep gerekmeksizin zamanı gelen dünya âleminden ahiret âlemine intikal ediyor. Önemli olan, ahiretin tarlası olan bu dünyada insanın, öncelikle yaratıcısı Allah ile yaptığı sözleşmeye bağlı kalarak kendisi ve başkaları lehine yani insanlığın yararına “amel-i Salih” diye tanımlanan güzel işler yapabilmesidir. “Onlar ki, iman etmişler ve Salih ameller işlemişlerdir, ne mutlu onlara, varacakları yer de ne güzeldir.” (Ra’d, 13/29) Tanıdığım Yusuf bu istikamette bir insandı. Arkadaşıma yüce Allah’dan rahmet, kederli ailesine, arkadaşlarına ve sevenlerine başsağlığı dileklerimle sabırlar diliyorum. Mekânı cennet olsun. (Amin)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.