Otuz yıl öncesinden Harp Okulları'ndaki acemi gazeteciden anılar
"Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!" dedi Tınaz Paşa.
Heybeliada'daydık. Deniz Harp Okulu henüz Tuzla'ya taşınmamıştı. İhtilal sonrasıydı. Gazeteciliğe başlayalı bir yıl bile olmamıştı. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Burhan Felek'in dudaklarının nemi, Konsey Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in elinin üzerinde kurumamıştı. Hâlâ gazeteler kapatılıyor, "Bir Bilen"den haber uçuran köşe yazarları hapse atılıyor, Türkiye halkın "Beşi Bir Yerde" dediği paşalar tarafından yönetiliyordu.
Böyle bir ortamda gazete yönetimi Genelkurmay Başkanlığı'na başvurmuş, Harp Okulları'ndaki askeri eğitimle ilgili bir yazı dizisi için izin talep etmişti. İzin verilmişti. Gerçi gazetede Ergin Konuksever gibi cephe tecrübesi olan ustalar da vardı ama ne hikmetse bu röportajı askerliğini bile yapmamış benim gibi bir çaylağın yapması uygun görülmüştü.
Elimde Genelkurmay izniyle makam odasına girdiğimde Deniz Harp Okulu Komutanı İrfan Tınaz Paşa böyle demişti işte:
"Evladım sen sorularını bırak, biz onlara güzel güzel cevap verir göndeririz, ta buralara kadar gelip de yorulma!"
Ödüm patladı. İşi kaçırmamak için titreyen bacaklarımın üstünde diklendim.
"Ben buraya mülakat yapmaya gelmedim komutanım, röportaj yapmak istiyorum!"
"Ne farkı var?" diye sordu. Anlattım. Bir subayın nasıl yetiştiğini gözlerimle görmek, onların arasında yaşamak, mümkünse onlar gibi giyinip eğitime çıkarak gördüklerimi, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi aktarmak istediğimi söyledim.
"O kadar uzun boylu değil." dedi. "Tamam anladım, gel, gör, misafirimiz ol ama üniformayı unut!"
Dinlenme tesislerindeki bir müstakil evi bana ayırdılar. "Emrime" bir çavuş verdiler, her sabah saat 05.00'te beni uyandırıp kahvaltı getirsin diye ve bir hafta misafir ettiler.
Üç Harp Okulu'nda da birer hafta kalıp röportaj yapan, 30 günlük yazı dizisi hazırlayan başkası var mıdır meslekte bilmiyorum ama böyle bir askeri piyango bana çıkmıştı işte. Yavuz zırhlısının gölgesinde bembeyaz bir haftayı Deniz Harp Okulu'nda yaşadım. Gözlerini sabaha boru sesiyle değil de Diana Ross'un o günlerde pek meşhur olan Endless Love şarkısıyla açan Hava Harp Okulu'nda gökyüzü kadar mavi günler geçirdim. Ankara'da sadece bir sınıfı Deniz ve Hava Harp Okulları'ndaki bütün öğrenci mevcudu kadar olan Kara Harp Okulu'nda toprağın rengine büründüm. Unutulmaz anlar yaşadım ve 30 gün boyunca yazdım.
Deniz Harp Okulu'nda "komutanım" yoktu, "efendim" vardı. Genelde sahil yörelerinden öğrenci geliyordu. Sadece NATO derslerine giremeyen Libyalı Arap öğrenciler, ailelerinden gelen yaklaşık 500 doları hafta sonlarında son kuruşuna kadar bizim çocuklarla harcıyorlardı.
Hava Harp Okulu'nda teknolojinin ve çağdaşlığın her yeni versiyonu derhal öğrencilere aktarılıyordu. Okulun müzik odasından genel yayın yapılıyor, yerine göre Vivaldi'nin Dört Mevsimi, yerine göre Louis Armstrong'un Squeeze Me şarkısı çalınıyor, kardeş okulFlorence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu ile birlikte halkoyunları ve modern dans gösterileri sahneleniyordu. Kara Harp Okulu'nda ise yine teknoloji hakimdi, yine "değişen dünya" öğrencilere aktarılıyordu ama diğerleri kadar rahat ve konforları yoktu. Dedim ya her sınıfı diğer okulların mevcudu kadardı. Anadolu'nun her yöresinden gelmiş çocuklar vardı. Deniz ve Hava'daki çocuklara imrenmiş, Kara'dakileri ise hemen benimsemiştim. Diğerlerinde olmayan bir şey vardı onlarda.
Bir sabah okul komutanı çağırdı beni. Öğrencinin adeta taparca sevdiği ufak tefek bir adamdı.
"Bana bak gasteci!" dedi elini omzuma koyarak: "Bugün seni camiye götürsünler, camimizin resmini çek ve yayınla. Yayınla ki bizi dinsiz gibi anlatan şom ağızlıların ağzı kapansın."
Götürdüler. Çektim. Küçük ama muhteşem sevimli ve bakımlı bir camiydi. Okul komutanı ile o günlerde konsey üyesi olan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin bayram namazlarını bu camide öğrenciyle birlikte kılıyordu.
Okulun kurmay başkanı cami üzerine yaptığımız sohbette "Manevi destek olmadan maddi imkan hiçtir." demişti. Bu sözü başlığa çekerek yazdım o bölümü. Gerçi "Aman ne yaptın, keşke yazmasaydın o sözümü" diye telaşlı bir telefon aldım kurmay başkanından ama, korktuğuna uğramadı, terfi alıp Paşa olduğunu öğrendim birkaç yıl sonra.
Sonra, neler oldu bilmiyorum... Nasıl oldu?.. Bir şeyler değişiverdi. O günlerde Deniz ve Hava Harp Okulu komutanı olanlar kuvvet komutanı da oldular. Deniz Harp Okulu Heybeli'den taşındı. Kara Harp Okulu'na uğramak nasip olmadı ya da çat kapı gidecek acemi cesaretim kalmadı.
Şimdi çeşitli darbe senaryoları yahut planları yüzünden subayların her gözaltına alınışında, gazete sayfalarında beni kahreden subay intiharı haberlerini her okuyuşumda, gazetecilik hayatımın en renkli, keyifli ve duygusal günlerini yaşadığım Harp Okullarımız yazı dizisi geliyor aklıma. O röportajı hazırladığım günlerde o okullarda öğrenci olanlar var mı acaba bunlar arasında diye düşünmeden edemiyorum. Karavanasını paylaştığım, beraber top oynadığım, yerlerde yuvarlandığım, elimi omzuna attığım, gözlerinden öptüğüm çocuklar var mı? Merak ediyorum. Elimde olmuyor, her seferinde ağlıyorum. Kulaklarımda Kara Harp Okulu kurmay başkanının sözü çın çın çınlıyor:
"Manevi destek olmadan maddi imkan hiçtir!"
Yalanı yok, benim de içimde yanardağlar patlıyor. Beynimi kemiren soruyla baş başa kalıyorum.
Bir yerde bir şeyler yanlış oldu ama ne? Ne? Ne?
Sahi bugün 28 Şubat'tı değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.