Yüksel Kanar

Yüksel Kanar

Sezai Karakoç’un farklı “medeniyet” anlayışı

Sezai Karakoç’un farklı “medeniyet” anlayışı

YÜKSEL KANAR: Sezai Karakoç’un farklı “medeniyet” anlayışı

Sezai Karakoç’un farklı “medeniyet” anlayışı

İslâm’ın sadece bir inanç olmayıp hayatın bütününü yönlendiren toplumsal bir sistem olduğuna inanılıyorsa, onun uygulamalarının bir medeniyet oluşturduğunu kabul etmek gerekir. Sezai Karakoç, “medeniyet” kavramının bu özel anlamına dikkat çekerek, diğer medeniyet düşünürlerinden ayrılır.

Sezai Karakoç’un sistemleştirdiği Diriliş dünya görüşü ve düşüncesinin merkezinde medeniyet kavramı yer alır.

Bir inancı, dünya görüşünü görünür kılan şey, bu inanç ve dünya görüşünün oluşturduğu medeniyetidir. Ve güçlü bir inanç ve dünya görüşünün bir medeniyet yaratması kaçınılmazdır. Çünkü yaşayan her düşünce, kendini görünür kılan medeniyet eserleri üretir. Medeniyetin ortadan kalkması demek, ortada o inancı görünür kılan şartların kalmaması demektir. Bazen medeniyetler için böyle bir krizin gelip çatması da, tıpkı medeniyetlerin kurulması gibi, mukadder hale gelebilir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, inancın değil, onun görünürlüğünün ortadan kalkmasıdır. Üstad “İslâm dünyası, medeniyet açısından ölüm sularında yüzüyor”[1] derken, İslâm’ın kendisinin değil görünürlüğünün tehlikede olduğunu söylemek istiyor. Bu yüzden Karakoç’un, medeniyetin, düşünce ve inancı yaşatan, süreklilik içinde gelecek nesillere aktaran ve onun görünmesini sağlayan fon olduğunu söylemesi anlamlı ve önemlidir. Çünkü, “Medeniyet olmaksızın inançlar ve düşünceler askıda kalır, havada erir, kaybolur. Onları yaşatacak olan bilim, düşünce ve sanat eserleri, ideal hayatı ve tümüyle medeniyettir. Medeniyet (elbette gerçek medeniyeti kastediyorum), yaşatan fondur düşünce ve inancı, düşünceye ve inanca.”[2]

Sezai Karakoç’un anlayışında, İslâm’ın manevî değerleriyle, onun medeniyet tarafı özdeşleştirilmiyor. Bu ikisi birbirini tamamlayan iki ayrı ilkedir. Medeniyet, inanılan manevî değerlerin görünür hale getirilmesini ifade eder. Çünkü maneviyat, maddi hayatı yönlendiren temel güçtür. Eğer o maddî hayatı yönlendirmiyor, onun dinamosu haline gelmiyorsa, sadece kişinin içindeki bir duygu halinde kalır. Bu, dinin iman ve islam olarak, biri inanmak, diğeri de inandığını yaşamak olarak birbirini destekleyen iki tamamlayıcısı gibidir. Eğer maneviyat insanın davranışlarını yönlendirmiyorsa, insanın içinde kişisel bir inanç olarak kalır. Onun toplumsal alanda da var olabilmesi, pratiğe aktarılması ile mümkün olur.

İşte inancın pratiğe uygulanmış, yani görünür haline medeniyet diyoruz. Bu şekilde Karakoç düşüncesinde medeniyet, var olan medeniyet anlayışlarından çok farklı bir anlama kavuşuyor. Eğer İslâm’ı sadece bir inanç olmayıp hayatın bütününü yönlendiren toplumsal bir sistem olduğuna inanılıyorsa, onun uygulamalarının bir medeniyet oluşturduğunu kabul etmek gerekir. Sezai Karakoç, “medeniyet” kavramının bu özel anlamına dikkat çekerek, diğer medeniyet düşünürlerinden ayrılır.

Karakoç bu gerçek medeniyetin temelde tek ve ilâhi (vahiy) kaynaklı olduğunu söyleyerek onu Hakikat Medeniyeti olarak isimlendirir. Asıl kurucuları peygamberler olan bu medeniyet, ilk insandan bugüne kadar elden ele taşınarak gelmiştir. Aynı zamanda gerçek İnsanlık Medeniyeti de olan bu medeniyetin dolunay hali, yani en mükemmel, parlak ve üstün hali, İslâm Medeniyetidir. “Bugün İslâm’ın Dirilişi diyorsak, bu medeniyetin tozlarından arınıp silkinip uyanacağını ve tüm insanlığa ışığını yeniden saçacağını söylemiş oluyoruz.”[3]

İslâm’ın, ya da Medeniyetin dirilişinden söz edince, kriz içinde veya yitirilmiş bir medeniyetten söz ediyoruz demektir. Bu durumda, yitirilen medeniyetin bağlı olduğu inanç veya dünya görüşünün görünürlüğünün ortadan kalkması, sadece birtakım soyut inançlardan, düşünce ve duyarlıklardan ibaret kalması demektir. Bu durumda inanç, sosyal hayatın dışında kalmıştır.

İslâm dünyası, özellikle 1918’deki Birinci Dünya Savaşı’nda, günümüzde de daha ağırlaşarak devam eden tarihinin en ağır krizi içine düşmüştür. Sezai Karakoç bunu, Medeniyetimizin en büyük krizi olarak ele alır ve bunun sebepleri üzerinde durarak aynı zamanda bu büyük krizden çıkış yollarını içeren güçlü ve ayrıntılı bir medeniyet düşüncesi ortaya oyar. Bu bakımdan o, medeniyet düşüncesini, Diriliş düşüncesinin merkezine yerleştirir. Millet, devlet ve kültür kavramlarını da bu çerçeve içinde ele alır ve değerlendirir.

İnsanın Tanrı’yla varolduğu gerçeğinden yola çıkarak onun, gerçekte ideal ve amacının, ilâhî kaynaklı olduğunu söyler. Dolayısıyla “bu amaç, ‘Tanrı’nın istediği yaratık’ olmaktır. Medeniyet de insanın, bu amacını, en üst planda gerçekleştirmesi, onu sürekli kılması faaliyetleri ve bunun anıtlaşması, kurumlaşması, kalıcı kılınmasıdır. Bu yüzdendir ki, biz, medeniyetin en gerçek anlamını ve kaynağını vahiyde buluyoruz; öbür medeniyet türlerinden ayırmak için buna vahiy medeniyeti, hakikat medeniyeti diyoruz; öbür medeniyetler, buna yaklaştığı ölçüde, medeniyetin asıl amacına yaklaşmış, bundan uzaklaştığı ölçüde de uzaklaşmış olurlar.

Hakikat medeniyetinin gelişim basamağında son ve en üstün aşama olan İslâm Medeniyeti, hem manevî ve kültürel, hem de, maddî-fizikî açıdan, medeniyeti, bütün boyutlarıyla gerçekleştirmiş, en derin, en yüksek, en geniş kapsamlı medeniyet olmuştur.

İslâm Medeniyetini birtakım ırk kültürlerinin ortak eserleri tablosu gibi görmek yanlıştır. Irklar bu medeniyete katılmışlar, mizaçlarıyla da onun henüz potansiyel olarak duran güçlerini de harekete geçirmişlerdir. Yani onun yeni açılımlarında bazı belli cephelerini işletme ve çalıştırmada mizaçların etkisi olmuştur. Arab’ın mizacı, bilim ve düşünceye yatkın olduğundan, islâm medeniyetinin bilim ve düşünce yönünü geliştirmiştir. Acem mizacı, daha çok islâmın sanat ve edebiyat yönünü, Türk mizacı da yönetim ve örgütleniş cephesini, sosyal yapı cephesini açmaya yaramıştır.”[4]

“Yıkıntı, sarsıntı, çöküntü… hangi uğursuz kelimeyle adlandırılması uygun düşerse düşsün bugünkü durumumuzda, karşısında kaldığımız problemin teması medeniyettir. Sadece bir ülkenin, bir devletin, ya da bir halkın problemi değil, bir medeniyetin, dolayısıyla o medeniyet çevresinde bulunan bütün ülke ve halkların problemidir bu. Bizim de içinde bulunduğumuz, son atılımı bizim tarafımızdan yapılmış olan medeniyetin. İslâm Medeniyetinin. Her medeniyetin tarihî dönüm noktalarında olabilir bu. Ama zamanında problemin kaynağına inme ve ona göre çözümler getirme, sağlıklı gelişme için şarttır.

Dün, probleme çare bulamayışımızın asıl sebebi, sarsıntıyı bir medeniyet sarsıntısı olarak değil de, bir devlet sarsıntısı şeklinde anlamamız, yorumlamamız ve değerlendirmemizdir. Belki bizi bu yanılmaya sürükleyen şey, devletimizin aynı zamanda bütün bir medeniyet devleti oluşuydu. İlk bakışta göze o çarpıyordu. Gerçekteyse, devletle ilgili bozukluklar da medeniyetçe sarsılışımızdan doğuyordu. Yani bir sonuçtu, bir sebep değil. Hatta bunu böylece değerlendirip çözümleyemeyişimiz de düşünce dünyamızın bir çözüntüye uğramasından ileri geliyordu. Çöküş, medeniyetimizle olan ilişkimiz plânında olduğu halde, onu saf olarak devletle ilgili oluş ve kuruluşlarda gördüğümüz için, elimizdeki imkânları daha çok o yünde harcadık. Oysa dikkatimizi ve enerjimizi irtifa kaybeden medeniyet tansiyonumuzu eski seviyesine yükseltme yönünde kullanacaktık.”[5]

[1] Karakoç, Düşünceler I-Kavramlar, s. 21

[2] Age., s. 22

[3] Age., s. 18.

[4] Sezai Karakoç, Düşünceler I, s. 10-11

[5] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II, s. 95-96

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yüksel Kanar Arşivi