Yüksel Kanar

Yüksel Kanar

İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar – 13. er-Râvendî

İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar – 13. er-Râvendî

İslâm Siyaset Düşüncesi Üzerine Yazılar – 13. er-Râvendî

Râhatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr

Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî

Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Sürûr, 2 cilt, Muhammed İkbal’in 1921’de bastırdığı metinden Türkçeye çev. Ahmet Ateş, TTK Yayınları, 1957.

Ebu Bekir Necmeddin Muhammed b. Ali b. Süeyman b. Muhammed b. Ahmed b. El-Hüseyin b. Himmet er-Râvendî, İran’da Kâşân civarındaki küçük Ravend kasabasında, bireylerinin hepsi de âlim ve müderris olan aydın bir aileye mensuptu. İlk tahsilini, hocası olduğu kadar hamisi de olan, gerçek bir âlim kişiliği taşıyan ve Sultan Tuğrul’un atabeki Cemaleddin Ay-Ebe’nin kurduğu bir medresede müderrislik yapan dayısı Taceddin Ahmed b. Muhammed’den aldı. Onun yanında geçirdiği on yıl boyunca Irak’ın bütün şehirlerini gezdi; hattatlık, cilt ve tezhipte maharet kazandı. Fahreddin Belhî, Bahaeddin Yezdî ve Safiyeddin Isfahanî gibi zamanın tanınmış hocalarından fıkıh ve kelâm ilmi öğrendi ve icazet aldı.

Alimlerin koruyucusu olmakla tanınan Selçuklu hükümdarı Sultan Tuğrul (571–590/1175–1194) hattatlık öğrenmek istediğinde, öğretmen olarak Ravendî’nin diğer bir dayısı olan Zeyneddin Mahmud b. Muhammed’i seçti. Ravendî bu ilişki dolayısıyla, bir sanatçı olarak sultana takdim edildi. Sultanın ona itibarı hep artarak devam etmiştir.[1]Sultan Tuğrul’un Atabek Kızıl Arslan tarafından yakalanarak hapsedilmesi üzerine Mazenderan’a dönen müellif, bundan sonraki hayatını bu şehirde ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiştir.

Ravendi Farsça olarak kaleme aldığı Râhatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr adlı eserini 599/1203 yılında yazmaya başladı ve üç yıl kadar onunla uğraştı. Bitirdikten sonra büyük bir caize almak ve Selçuk hanedanıyla eski ilişkisini tazelemek amacıyla bu hanedandan birine ithaf etmek istiyordu. Önce, o zaman hüküm sürmekte olan Rükneddin Süleymanşah’ı düşündü. “Bu sultan tahtı 597/1200-1’de büyük kardeşi Keyhusrev’den gasbetmiş ve 601/1204-5’de ölünceye kadar, dört sene hüküm sürmüştü. Müellif, onun bir gasıp olduğunu ve tahtın hakiki varisinin kardeşi Keyhusrev bulunduğunu öğrenerek, fikrini değiştirdiği ve kitabı Gıyaseddin’e ithaf ettiği zaman, onu Rükneddin’e ithaf etmek üzere olduğunu söylüyor (s. 461). Bununla beraber hakikat şudur ki, bu kitabın ilk şekli Rükneddin’e ithaf edilmişti, fakat onun 601/1204-5’te ölümünden ve Keyhusrev’in tahta çıkmasından sonra müellif ithafiyesini değiştirmek mecburiyetinde kaldı”.[2] Ravendî, 1207’den sonraki bir tarihte vefat etmiştir.

 

Râhatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr

Ravendî’nin eseri doğrudan bir siyasetname değildir. Genel olarak Büyük Selçuklular’ın doğuşundan 1194 yılında yıkılışına kadar, yaklaşık yüz yıllık tarihini içerir. Fakat Ravendî, siyasetnamelerde ele alınan hemen bütün konuları, eserinin bütünü içine dağıtarak, olaylara ahlâkî yorumlar katmış, dolayısıyla ona sultanlara nasihat özelliği de kazandırmıştır. Örnek olarak kitabın girişinde bu amacını şöyle dile getiriyor: “Padişahların bilmeleri icabeden şeyler, şeriat ve ibadetin icabettirdiği bilgilerle dinin esasları, sonra diğer padişahların hareket tarzı, hükümdarların tarih ve hikâyeleridir. Onları öğrenip her birinin hareket tarzını ve yolunu o kadar anlarsa, geçmişlerin ahlâkındaki iyiliklerin hülâsasını, bu dünyada iyi adın ve öteki dünyada sevap ve affın sebebi olan şeyi kendileri için seçerler ve onları takip ederler. Bu hususta mufassal ve muhtasar kitaplar yazılmış ve ciltler meydana getirilmiştir. İslâm dininde, Hulefa-yı Râşidîn’den sonra, Abbas-oğulları devleti esnasında, Selçuk oğullarından daha dindar ve daha büyük padişahlar mevcut olmamıştır.”[3]

Ravendî kitabın girişinde, eserini yazma nedenini ve Sultan Gıyaseddin’e ithafını şu şekilde anlatıyor:

… 599 senesinde bu kitabın toplayıcısı ve müellifi Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Ravendî düşündü ki, madem ki ismin baki kalması kitaplar yazmak sayesindedir, o halde ben de bir kitap yazayım; kendi kudretime göre öyle bir eser meydana getireyim ki, zamanın devamınca, hadisat onu eskitmesin ve onun kara yazıları kıyamete kadar kalsın. Zaman, adeti olduğu veçhile, ayrılık kargasının sesini dostların kulağına duyurup ölümün ağzına kadar dolu kadehini tattırdığı vakit, benden bir yadigâr kalsın. Ben Selçuk-oğulları devletinde ilim tahsil etmiş olduğum için, şeyh ve üstadlarım onların duacısı ve taraftarı bulunduklarından ve Irak medreseleri ile her taraftaki hayır müesseseleri onlar ile kulları sayesinde meydana geldiğinden, bu kitabı Selçuk oğullarından bir hükümdar adına ithaf etmek istedim. Alemin efendisi, hahredici sultan, zamanın büyüğü Gıyas ed-din ve’d-dünya Ebü’l-Feth Keyhusrev b. Kılıç Arslan Antalya’yı fethedinceye kadar bu murat imkânsızlık pençesinde bulunuyordu ve ümit meydana çıkmıyordu. Harbetmek ve düşman öldürmekte hiçbir padişaha nasip olmayan şey ona müyesser oldu. Bu kitabı onun yüksek adına ithaf edip bu eseri onun için yazmayı vacip gördüm.[4]

Arkasından da tarihinin içeriğini belirtiyor: “Selçuk-oğullarının adaletini, padişahlığını ve neseplerinin tarihini, hükümdarlık için hareket ve kalkınmalarını, her birinin padişahlık ve ömrünün müddetini ve bu mecmuanın imkân verdiği nisbette, onların mübarek zamanlarında vukua gelmiş olan garip vakaları anlatacağım. Kahredici sultan Gıyaseddin okuyup da yüksek gözünden geçirerek şereflenmesi, teşekkür ve memnuniyet mevkiine çıkması için, vezirlerinin, haciplerinin, atabeklerinin adlarını ve her birinin şekillerinin nasıl olduğunu kaydedeceğim. Sultan bunu okuyunca, o güzel gayretlerden, mal, kazanç, hazine, define, cevher taneleri, at ve silahtan, yapmış oldukları hayırdan, her gün içinde şeriat ilimleri öğrenilen ve sevabı ruhlarına varan medrese ve âlim evlerinden başka bir şey kalmış olmadığını düşünsün,”[5]

Ravendî, her sultanın fizik özelliklerinden başlayarak[6] doğumu, ömrü ve saltanat süresi, vezir ve haciplerini belirtip saydıktan sonra zamanının olaylarını anlatmaya geçer. Bu sırada olaylarla bağlantılı olarak “hikmet”, “mesel” kelimeleriyle ifade ettiği, çoğunluğu siyasetname konularına giren güzel sözler, deyimler ve öğütler içeren ahlakî konulara değinir. Bu anlatım tarzına, Sultan Sencer’in anlatıldığı bölümden şu örneği verebiliriz:

Sultan Sencer öyle bir hükümdar idi ki, ömür uzunluğu itibariyle, Selçuk-oğulları arasında ondan daha çok nasipli kimse yoktu. Şöhretini yaydı, rahat, iyi bir hayat geçirdi. Mal biriktirdi; zafer muradınca idi, düşmanları ortadan kaldırdı. Memleketler fethetti. Onda Husrevlerin heybeti, Keyânîlerin uğuru, feri vardı. Cihana hâkim olma merasimlerini, hükümdarlık kanunlarını, padişahlığın esaslarını, hükümetin kanununu iyi bilirdi. Hikmet: “Nefsini düzelten düşmanlarının burnunu yere sürter, gayret sarfeden isteklerine ulaşır”. Küçük işlerde bön ve aptalca idiyse de, ordu sevk edip, bir düşmanla muharebe etme zamanlarında düşünceleri isabetli ve kararı doğru idi. adalet, hakkaniyet ve Tanrı korkusuna sahipti ve namuslu idi. Hikmet: “Hükümdarın tacı iffeti, hisarı hakkaniyeti, silahı kanaatı, malı raiyetidir.”[7]

İşte tarih yazımında kendine özgü bir tarzı benimseyen Ravendî’nin eserini, siyasetname özelliği taşıyan bu yanıyla ele aldığımızda, aynı zamanda onun, ana hatlarıyla bu türün özelliklerini taşıdığını görürüz. Bilindiği üzere İslâm dünyasında, siyaset teorileri içinde devlet başkanlığının, doğrudan Allah vergisi olduğuna ilişkin yaygın bir görüş vardır. Özellikle siyasetname yazarları bu görüşü paylaşmışlardır. Zaten kendinden önce yazılmış siyasetnamelerde de bu durum açıkça görülür. Ravendî’nin, eserinde anlattığı bir olay, onun da bu görüşe katıldığını bize gösterir. Burada Halife’nin “âlemin sultanlığını ve Âdem-oğullarının muhafızlığını sana verdik” sözüne karşılık, onu verenin kendisi değil, Allah olduğu hatırlatılıyor: “Bir zamanlar hilâfet merkezinden saadetli sultan Rükn ed-dünya ved-din Ebu Tâlib, Tuğrul beyin yanına bir elçi gönderdiler; yanında ‘alemin sultanlığını ve Âdem-oğullarının muhafızlığını sana verdik’ diye yazılı bir ferman vardı. Sultan fermanı öpüp geri yolladı. Onun vardığı her şehirde mukarrebler “De: ey Tanrım, ey hükümdarlığın sahibi, hükümdarlığı istediğine verirsin, ilh.” ayetini okumuşlardı. Sultan, kâtibi tahtın önüne çağırdı ve güzel bir kâğıt üzerine “Bism illâh ir-Rahmân ir-Rahîm, de: Ey Tanrım, ey hükümdarlığın sahibi, hükümdarlığı istediğine verirsin” (Al-i İmran: 26) yazmasını buyurdu; başka bir şey yazmadı ve fermana cevap olarak hilâfet merkezine yolladı. “Tanrı hükümdarlığı istediğine verir (Bakara: 248) ve onlar için en iyisini seçer”(Kasas: 68). Selçuk-oğulları devleti zamanında ve onların mübarek günlerinde din işaretlerinin canlandırılması, müslümanlık esaslarının kuvvetlendirilmesi, mescidler, medreseler, köprüler, konak ve hanlar yapmak, âlimler, seyyidler, zahidler ve dindarlar için vakıflar, tahsisat ve maaşlar gibi meydana çıkan hayırlar hiçbir devirde mevcut değildi. Bunun izleri bütün islâm memleketlerinde görülmektedir. Mısra: “Eserimiz bizim ne olduğumuzu gösterir’.”[8]

Allah’ın insanlar içinden seçerek hükümranlık verdiği kimsenin, kendisine yapılan bu iyiliğin kıymetini bilmesi gerekir. Bunun takdir edilmesinin en güzel yolu, nimeti verene karşı görevlerini yerine getirmektir. Bunlar da kuşkusuz başta ibadetler olmak üzere, Allah’ın yapılmasını istediği her şeyi hakkıyla yapmaktır: “Sultan Tanrının yeryüzünde vekilidir; dinin ve farzlarının esaslarını yerine getirir. Allah onu diğerleri arasından seçip, ona ihsanda bulunmuş, hükümdarlığında onu kendisine ortak tutmuştur. Halkına iyi muamele etsin diye ona lütuflarda bulunmuş, hakkın zaferi için onu çağırmıştır. (Bundan dolayı sultan) Tanrı’nın buyruk ve yasaklarına itaat ederse, Tanrı da onu kazandırmayı üzerine alır; yok eğer bu hususlarda Tanrı’nın emrini yapmazsa onu nefsinin eline bırakır.”[9]

Hiçbir nimetin külfetsiz olmaması gibi, devlet başkanlığının da kolay ve sorumsuz bir iş olmadığını göstermesi bakımından Ravendî’nin aktardığı şu olay çok önemlidir: “Rivayet ederler ki, bir gün Süleyman peygamber bir yaygı üzerine oturmuştu. Biri ona bakıp onu havada görünce, ‘Tanrı Süleyman’a verdiğini başka kimseye vermemiştir’ dedi. Süleyman bunu duyup, ona cevap olarak dedi: ‘Tanrı Süleyman’dan istediğini kimseden istemez’. Hakîmler demişlerdir: Hikmet: ‘Muhakkak ki adalet, Tanrı’nın halk için yaptığı ve hakkı anlamak için kurduğu bir terazidir. Tartısında ona muhalefet etme ve onun emirlerine karşı gelme! Adalet yapmak için tamahın azlığı ile Tanrı korkusunun çokluğundan yardım dile’.”[10]

Adalet, sultanın sahip olması gereken en önemli özelliktir. Çünkü o, devleti ayakta tutan en sağlam dayanaktır. Ravendî de bu özelliği göz önünde bulundurarak “gönüllerin rahatı ve sevinç alâmeti” anlamına gelen kitabına, adaletin anlatılıp övülmesiyle başlamıştır: “Söze adaletle başladım. (…) Her devirde cihanın mamurluğu ve cihandakilerin asayişi adalet sâyesinde idi. Ayet: ‘Yüce Tanrı dedi: Muhakkak Tanrı, adaletle hareketi, ihsanı ve akrabalara yardımda bulunmayı emreder; fuhuş, zina, kötü şeyler ve haksızlığı yasak eder. Tanrı sizi haberdar ediyor, ola ki kabul edip dinleyesiniz’ (Nahl: 90). Tanrı elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- dedi: ‘Bir saatlik adâlet yetmiş yıllık ibadetten daha iyidir’. Tanrı elçisi doğru söylemiştir. Sözlerin en iyisi Tanrı sözüdür; ondan hemen sonra Mustafa’nın sözü gelir. Tanrı adalet emrediyor, Peygamber adalet veriyor. İnsanların iyiliğini istemek namına ne varsa, ‘adaletle hareketi emrediyor” sözüne dahildir; iyilik yapmak namına ne varsa “ihsanı” sözünde münderiçtir; merhamet, şefkat, acıma ve akrabaya iyilik namına ne varsa ‘akrabalara yardımda bulunma’ sözündedir. Zina, fitne ve ahlaksızlıklardan alıkoymak, ‘zina ve fuhuşu yasak eder’ sözüyledir. Faiz, haram yeme, zulum ‘kötü şeyler’ sözü içinde gizlidir. Haset, kin, kibir, böbürlenme gibi fena ahlak namına ne varsa ‘haksızlık’ sözü onu içinde toplar.”[11]

Eğer sultanlık kavramı bir insan olsa ve bir soydan gelmiş olsaydı, bu soyun “adalet” soyu olacağını ifade eden:

Cihan sahibi Tanrı, padişahlığı bir cevherden veya soydan yaratmış ise, adaletten yaratmıştır.

Onu en lâyık, en akıllı ve halkı en az incitene verir.[12]

beytini aktaran Ravendî: “Adalet yapanın kadri artar, zulum yapanın ömrü eksilir”[13]meseliyle de, adaletin karşıtı olan zulümden kaçınmayı tavsiye ediyor. Zulüm çok yönlü bir olumsuzluktur: “Eğer padişah zulum yaparsa, halk ibadetten geri kalır. Yüce ve yüksek Tanrı, lütfu sayesinde halka iki kat sevap verir. Biri ibadete niyetli olduğu halde padişahın zulmundan yapamadıkları şeyin sevabı, ikincisi mazlumluk sevabı. Bu zulmün uğursuzluğu, o zalimin canına, evine barkına ve çocuklarına erişir, memleketten bereket kalkar. Mesel: ‘Tanrı adalet yapanın memleketini sağlamlaştırır, zulum yapanın ise mahvını çabuklaştırır’. Peygamber -ona selam olsun- demiştir: ‘Halk zalim olsa da, padişah adil olduğu müddetce, helâk olmaz”. Adaletli padişahın zamanında her şeyin yetişip çoğalması fazla olur. Muhammed Mustafa ‘Ben adil bir hükümdar zamanında doğdum’ dedi.”[14]

Kısacası “Dost ve halkına zulüm yapan padişah hükümdarlık ve devletinin mahvına yardım etmiş olur.”[15] Öyleyse devletin devamı için Sultan’ın kendisi adaletli olduğu kadar, adaletsizlik yapanlara da engel olacak bir heybete sahip olması, adalet isteyenlere cesaret vermesi gerekir: “Padişah, zalimler ve halka eziyet edenlerin, korkularından böyle işler yapmamaları için heybetli; zulme uğrayanların da adalet ve hak isteyip bulmaları için mütevazı olmalıdır. Nasıl ki yüce Tanrı söylemiştir: ‘İman edenlere karşı alçak, kâfirlere karşı yüce’. Padişahın iyi niyeti ve adaleti ile halkın emniyet ve dindarlığı sayesinde cihan mamur kalır. Mesel: ‘Hükümdarlığı sırasında adalet yapanın yardımcılara ihtiyacı kalmaz. Halka karşı zulum elini kaldırıp eziyet kılıcını çeken, kendi kanını döker ve evvelâ kendi canını, evini, barkını ve çocuklarını heder eder’.”[16]

Melekleri diğer varlıklardan ayıran özelliklerin tesbih ve tehlil, peygamberleri diğer varlıklardan ayıran vasıfların bilgi ve ibadet olması gibi, hükümdarların ayırıcı özelliğinin da adalet ve siyaset olduğunu[17] hatırlatan Ravendî, bunun için Ardeşir bin Babek’in “adam olmadan hükümdarlık olmaz, servet olmadan adam olmaz, imaret olmadan servet olmaz, adalet ve siyaset olmazsa imaret olmaz” sözünü hatırlatarak bu sözün gereği ve aklın kıyası olarak adalet çemberi diye bildiğimiz şu sonuca gider: “Cihangirliğin vasıtası servet, servetin iksiri ise adaletle siyasettir. Bu iki sıfatın neticeleri ve bu iki hasletin faydaları herkese şamildir. Uzak ve yakınlara dokunur. Çünkü varidatın artması, artışın devamı, sürülmemiş arazinin sürülmesi, has memurların maişetlerini temin edecek vasıtaların hazırlanması, halktan sanat sahiplerinin kazançlarının düzeltilmesi ve ülkelerin her tarafının imarı adaletle; yolların muhafazası, memleket zaptetmek, taarruz edenleri cezalandırmak, müfsitleri kahretmek gibi her tarafın emniyet ve asayişi de siyasetle olur.”[18]

Adalet ve siyasetin doğal gereklerinden birisi, vergi adaletinin gerçekleştirilmesidir. Bunun için de: “Darlık ve bollukta doğruya ve doğru yola dikkat edip başkalarının hakkını vermek lâzımdır; yoksa darlık vaktinde az, bolluk vaktinde fazla vermemelidir. Kendisinden almak doğru olandan almalı; kendisine vermek doğru olana vermelidir; her iki halde Tanrı emrini dinleyip ona bağlı kalmalı, gönlün isteğine göre amel edip, nefsin arzusuna göre yürümemelidir. Hikmet: ‘Dini devlet için hisar, şükrü nimetin için yer haline getir; dört bir tarafını dinin sardığı devlet mağlup olmaz, şükrün getirdiği hiçbir nimet elden alınmaz’.”[19]

İşin can alıcı noktası, egemenliği elinde bulunduran hükümdarın kendine vereceği çeki düzeni ona göre ayarlayacağı bir ölçüye sahip olmasıdır. Bu ölçü Ravendî tarafından şöyle ortaya konuluyor: “İnsanın gizli ve açık olarak Tanrı’dan korkması, ne yaparsa Tanrı için yapması lâzımdır. Ne söylerse Tanrı’nın gördüğünü, duyduğunu; düşündüğü şeyi Tanrı’nın bildiğini kati olarak bilmelidir. Bu üç şeyi her halde aklında tutarsa ‘içten ve açık olarak Tanrı korkusunun’ hakkını yerine getirmiş olur. Adaletlerin en iyisi kendi beğendiğini diğer Müslümanlar için istemek, başkasının kendine yapmasını istemediği şeyleri başkasına yapmamaktır.”[20]

Adaletli bir sultan, ülkenin düzenini birtakım kurumlar ve bu kurumlar için seçtiği görevliler eliyle sağlar. Bunların gerçek anlamda hayata uygulanması da İslâm dininin egemenliği altında mümkün olmuştur:

İslâm ülkeleri din ordusu elile fethedildiği ve hak itikadı sabahı geldiği vakit, memleketin nizamı dört kişide aranıyordu; taht nasıl dört ayak üzerinde duruyorsa, hükümdarlık ve devlet işi de bu dört kişi sayesinde mazbut bir halde bulunduruluyordu.

Birincisi; Şeriat hükümlerini yürütürken, hakka riayet eden, halkın öğülecek veya zemmedilecek işlerine meyletmeyen, havassı yükseltmek, halkı alçaltmak hislerine eteğini kaptırmayan adaletli kadı,

İkincisi; zulme uğrayanın hakkını zalimden, zayıfın hakkını kuvvetliden alan divan sahibi,

Üçüncüsü; hazinenin ‘kanun’unu haraç haklarından ve Yahudî cizyesinden gereği gibi alan, zulmü caiz görmeyen, iyilik düşünen “destûr”,

Dördüncüsü; hâdiseleri, haberleri doğru olarak bildiren ve doğruluktan ayrılmayan “vekillerle hâcibler.”[21]

Ravendî, kendi zamanındaki bazı iktidar sahiplerini çok acımasız biçimde eleştirir ve hatta bir tarafa dini, diğer tarafa iktidarı koyacak derecede, dinle ilgilerini kestiklerinden yakınır. Bu kişilere göre “… padişahlık ile şeriat, dünya ile ahiret bir araya gelemeyen, birleşemeyen iki zıttır” ve “bu zamanlarda hükümdarlıkla din, kâfirlikle müslümanlık gibidir”. Bu yüzden de, “insan müslümanlığı bırakmadan padişahlığa varamıyor. Şüphesiz bunun neticesi olarak ne hükümdarlık, ne memleket kalıyor”. Sonra da, ta İslâm öncesi dönemlerden kalan ve bugün de gerçekliğini yitirmeyen şu meseli hatırlatıyor: “Hükümdarlık kâfirlikle yaşar da, zulüm ile yaşamaz!.”[22]

Ravendî’nin anlattığına göre, Melikşah 471 (M. 1078/79) yılında Horasan’a ordu sevkederek Semerkand’ı alınca, Nizamülmülk, ordunun alacağının Antakya’da ödeneceğini söylüyor. Mesafe uzak olduğu için “Eğer bir genç Antakya’ya gitse ihtiyar olarak döner” diye yakınmalar başlayınca Sultan, Nizamülmülk’e: “Ey peder, bu ne soğuk, ne uygunsuz iştir? Burada ödeyecek paramız yok mu da Antakya’ya havale etmek gerekiyor?” diye sorunca, ondan şu cevabı alıyor: “Ey efendimiz onların bir yere gitmesi lâzım değildir. Uşaklarımız onların beratını altın para ile satın alır. Kulunuz bunu hükümdarlığın ta’zimi, pâdişahlığın büyüklüğünü göstermek gayesiyle ve bütün cihânın, memleketimizin genişliğini ve pâdişahın hükmünün nereden nereye kadar geçtiğini bilmeleri için emretti” cevabını veriyor. Bundan sonra Ravendî şu yakınmada bulunuyor: “Ne yazık, vezirlerin böyle fazıl, bilgili, akıllı ve kudretli oldukları zamanlar geçti! Şimdi vezirlik işi bir kölenin şakirdine kalmıştır. En zalim olup halktan en çok para soyanın işi iyidir”. Ardından da şu bilgece sözü aktarıyor: “Bil ki, el nasıl parmaklarla el olursa, hükümdarlar da seçip yetiştirdikleri sayesinde hükümdar olurlar; hükümdarın veziri gözü, müstevfisi kulağı, kâtibi dili, hâcibi huyu, elçisi aklı, nedîmi eşi, benzeridir.”[23]

Hükümdarın, başta vezir olmak üzere kendisine yardımcı olacakları ve devlet işlerini üstlenecekleri iyi seçmesi gerekir. İşten anlamayan bir kişiyi vezir yapan hükümdar, hükümdarlığını tehlikeye atmış, emniyet edilmeyecek insanlara itimat eden de kendi mahvını elleriyle hazırlamış olur.[24] Bir hükümdar vezir, nedim, kâtip ve hacib seçerken aslında kendi değerini ortaya koyar: “Hükümdarlığının iyi bir halde kalması vezir sayesinde mümkündür; nedimi aklını gösterir, kâtibi fazilet ve bilgisini ispat eder, hâcibi ise siyasetinin delilidir”.[25] Valilerin seçimi konusundaki tavsiyesi de şudur: “Birini vali yaptığın vakit, işi yapacak ve başaracak, iyi bir maharet ve serveti bulunan, riayet ve vefası güzel olan, işlerin iç ve dışını bilen bir adamı vali yap; riayeti bırak, işgüzarlığı ara. Çünkü riayet gayreti icabettirir, işgüzarlık ise hâkimiyeti icabettirir. Valilerin memleketin desteği, devletin kaleleri, işlerin başlarıdır; onlar sayesinde işler yoluna girer, hazinenin parası toplanır, sultan kuvvetlenir, memleket ma’mur olur; onların halleri iyi olursa, işler yolunda olur; onların hali karışık olursa, halk da rahatını kaçırır.”[26]

Hükümdarın göreve getireceği kişilerin, aynı zamanda kalite arzetmeleri gerekir: “Vezir seçmekte ve müşavirlere ihsanda bulunmakta gayen, sayının değil de, kuvvetin çoğalması, topluluğun değil de, kazancın elde edilmesi olmalıdır. İsteneni yapabilen bir kişi, sayıyı artıran bin kişiden daha iyidir. Bilgi ve marifeti az olanın vücudunun büyük olması, doğruluk ve işten anlayışı kıt olanın boyunun uzun olması seni aldatmasın. Çünkü inci küçük olmakla beraber, büyük kayadan daha faydalıdır.”[27]

Seçilen valiler de iş yapacak görevlilerini seçerken aynı özeni göstermelidirler: “Valilerin âmilleri, muharebede silahları ve karşılıklı ok mücadelesinde, okları mesabesindedir. Yanında iş bilen adamlar olmadan hükümdar olanlar, hamileri olmadan muharebe ile karşılaşmış kimse gibidir. Amillere karşı az tamahkâr davranmak ve çalışmalarını iyi mükâfatlandırmak, onların sana karşı sevgilerini muhafaza ettirecek ve senin iyiliğini istemelerini ve dostluklarını devam ettirecek şeylerdendir. Bil ki sen onların bir zerrelerine tamah edersen, onlar senin bir torba dolusu parana tamah ederler; onların rızıklarından bir dinar kesersen, onlar senin malından bir kantar keserler; sonra da hakkında kötü sözler söylerken, yaptığın iyilik ve yardımları inkâr ederler. Birini yetiştireceksen soy sop, akıl ve mürüvvet sahibi birini yetiştir; çünkü soy sop onu hiyanet ve gadirden alıkoyar; akıl ve mürüvvet, onu vefakâr ve emin olmaya sevkeder. Zira her dal aslına gelir ve her şey tabiatına döner. Bundan başka yetiştiricinin iktidarı, yetiştirdiği ile, ziraatçinin de aklı ekini ile anlaşılır; çünkü hür ve iyi bir insan, yalnız hür ve mükemmel birine iyilik eder, akıllı bir kimse de yalnız iyi bir tarlayı eker.”[28]

Kuşkusuz bir hükümdarın karar ve yönetimde yalnız başına hareket etmesi doğru değildir. Böyle bir davranış hükümdarı, muhaliflerinin ve düşmanlarının kılıcına teslim eder.[29]Gerçek hükümdarlık, başkalarının düşüncelerinden yardım istemekle mümkün olur ve istişareye önem vermeyen de mahvolur.[30] Akıllı kişinin, düşüncesini bilgililerin düşüncesini de katarak genişletmek, aklını bilgelerin akıllarıyla birleştirmek suretiyle geliştirmek hakkına sahip olduğunu[31] belirten Ravendî, işlerin güçleşmemesi için “akıllı insanların düşüncelerine başvur, nasihat verenlerin gösterdiği yola sığın; yol sormaktan çekinme, yardım istemeği beğenmemezlik etme! Çünkü sorup selamete çıkman, kendi başına hareket edip pişman olmandan daha iyidir”[32] tavsiyesinde bulunur. Çünkü “Kararlaştırdığı işlerde bilenlerle istişare edenin, başına gelen işlerde akıllılardan yol danışanın işleri açık olur. Halkın hali iyileşir, kalp onunla nurlanır ve güç şey ona kolay gelir.”[33]

İstişare yanında ihtiyat da önemli bir haslettir. Bir işe ihtiyatla değil aceleyle karar vermek insanın ayağını kaydırır[34]. “Râvendî’ye göre ‘aceleci ruh övülmez beğenilmez, aceleci ve hafif insan, servi boylu bir pehlivan da olsa itibar görmez.’ Çünkü yavaşlık rızkın anahtarı olup devlet işinde asla acele olmaz. Şayet devlet erkânı acele kararlar almaya kalkarsa, sonuçlarını kestiremedikleri olaylarda ayakları kayar ve hüsranla biten sonuçlarla karşılaşır, doğruyu bulmakta geç kalırlar (Râvendî, 1957: 139, 140, 255, 271). O zaman bu hüsrandan kurtulmanın en iyi yolu istişare ve meşveret meclisi olacaktır.”[35]

Daha önce gördüğümüz gibi İbn Zafer, sultanın bizzat savaşa katılmasına kaşı çıkıyor, bunun ihtiyatsızlık ve düşüncesizlik olduğunu söylüyordu. Kral, ordunun zaferi için ana dayanak olmalı, yenilgi anında ise sığınılacak bir limana dönüşmelidir.[36] Ravendî de aynı görüşü paylaşarak şu tavsiyede bulunuyor: “Sakın bizzat kendin harbe girme, çünkü ya hükümdarlığını tehlikeye korsun, veyahut mahvolmak tehlikesine düşersin.”[37]

Sultanın iyi bir eğitim görmesi ve terbiye alması yanında, aynı zamanda tecrübe kazanması da şarttır. Çünkü devlet yöneticisinin işi çok ve yükü ağırdır. Ne kadar bilgili olursa olsun, zahmet çekmeden hazırlanmış bir sofranın başına oturmak kolaydır. Nitekim bütün üstün niteliklerine rağmen Irak Selçuklu sultanı Tuğrul, tecrübesiz oluşu yüzünden saltanatının ilk zamanlarında zorda kalmıştır: “Sultan Tuğrul devlet yuvasında doğmuş ve ikbal ailesi içinde yetişmiş bir padişahtı; ona ani olarak bir hükümdarlık gelmişti, çalışmadan elbise giymişti. Beşikten çıkıp tahta oturmuştu; edep mektebinde arama zahmetini çekmeden, hükümdarlık atına bindi. Günlerini vakitlerini, insanların kahırlarını, talih ile kederin tesirini beklemekle vakit geçirmedi. Devletinin kuşu önüne taneler saçılmadan tuzağa girdi; feleğinin serkeş atı gem ve dizgini olmadan ram oldu. Herze söyleyenlerin zahmetini çekmeden, sıkıntı görmeden, hazırlanmış sofranın, tertiplenmiş meclisin ve mal ile dolu hazinenin başına geçti.”[38] Dolayısıyla, Firdevsî’nin Şahname’deki mısralarıyla belirtmek gerekirse:

Genç adam bilgili, şöhretli olsa da, tecrübe görmeden asla hüner sahibi olamaz.

Her çeşit iyi ve kötüyü duymalı, her türlü tuzlu ve acıyı tatmalıdır.[39]

“Mesel: Reziller hükümeti ele geçirdi mi, fazilet sahipleri mahvolur.”[40]

Ravendî’ye göre bir insanın asaleti, sahip olduğu hünerle belli olur. Ancak hüner, sadece soyla kazanılan bir özellik değildir. O, aynı zamanda insanın özünde bulunan bir özelliktir. Asıl olan da budur. Çünkü insanda bu cevher yoksa, soyu dolayısıyla onu elde edemez. Soy, aynı zamanda cevherle birlikte bulunuyorsa bir anlam taşır. Hüner, soy, cevher üçlüsüne bir dördüncü özellik olarak akıl da katılınca, artık bu dördünün kendisinde toplandığı kişi, her türlü kederden kurtulur. İşte Ravendî, bu inancını eserine aldığı şu beyitlerle ortaya koyar: 

Hüner soy ve cevherle beraber olur; bunlar üç şeydir, fakat üçü de birbirine bağlıdır.

İnsanda cevher olmazsa, hüner nasıl kazanır? Sen hünersiz asil adam çok gördün mü?

Cevher Tanrı nurundan olan şeydir, kötüye yardım etmez ve kötüyü dinlemez.

Soy baba tohumundan kazanılan şeydir; zaten iyi bir tohumdan iyi bir meyve hâsıl olması tabiidir.

Tanrı’nın güzel, iyi yarattıklarının mayasında bu üç cevherden bulunur.

Bu üçünü buldun mu sana akıl, iyiyi kötüden ayıran şey, lâzımdır.

Bu dördü bir kişide toplandı mı, o keder, zahmet ve sıkıntıdan kurtulur.[41]

“Mesel: Fazilet, akıl ve edepledir, asıl ve neseple değil.”[42]

Birlikten güç doğduğunu, bir araya gelindiğinde kimsenin yenemeyeceği bir güce ulaşılacağını anlatmak için Tuğrul Bey’in kardeşine söylediklerini anlatan Ravendî, şöyle diyor: “Kardeşine bir ok verdi ve dedi: ‘Kır!’ O, onun arzu ettiği gibi, oku parçaladı. Tuğrul Bey iki oku bir araya getirdi, aynı şeyi yaptı. Üç tane verdi, güçlükle kırdı. Oklar dört olunca kırmak imkânsız oldu. Tuğrul Bey dedi ki: ‘Biz de tıpkı bu oklara benzeriz. Ayrı ayrı olduğumuz müddetçe, biraz kuvvetli olan herkes bizi kırmağa, yenmeğe kasdeder; fakat bir arada olursak, kimse bizi yenemez. Eğer aramızda anlaşmamazlık çıkarsa, dünya ele geçirilemez, düşmanlarımız galip olur ve hükümdarlık elden gider.”[43]

Allah korkusunun en iyi elbise, bilginin de en sağlam temel olduğunu ifade eden bir mesel[44] aktaran Râvendî, akıl, ilim ve bilgeliği de tıpkı kut anlayışı gibi Allah vergisi olarak kabul etmektedir. Ona göre “Tanrının kullarına verdiği ihsanların en iyisi ilim, akıl, hükümdarlık ve adalettir.”[45] “Felaketlerin en kötüsü ise cehaletten ibarettir.”[46]

“Cömertliğin maddi bir getirisinin olmadığı ancak manevi alanda getirisinin ise sevap kazanmak ve hayırla yâd edilmek olduğu bilinmektedir. Kanaatkâr olmakla cömertliği birbirine bağlı iki özellik olarak gören Râvend“hükümdarların topladıkları hazine gitmiş, helal bir şekilde yaptırdıkları hayırdan başka bir şey kalmamıştır” derken bir bakıma hükümdarı iyilik yapmaya ve cömert olmaya teşvik etmektedir. Ancak bu teşvikte dikkat edilmesi lazım gelen şey, tamahkârlıktan uzak durmaktır. Ona göre “yetecek kadarla kanaat etmek namusun muhafazasına sebep olduğu gibi, aşırı tamah saltanatın ve devletin de mahvına sebep olur (Râvendî, 1957: 58, 123; Nizâmü’l-Mülk, 1982: 159). Çünkü, iyi ad bırakmak herkesin istediği bir şey olup taht ve taca sahip olmak ne kadar iyiyse, yetimlerin malı ile dulların gümüşüne göz diken hükümdar da o kadar kötü ve hamiyetsiz bir hükümdardır (Râvendî, 1957: 59, 60, 351). Böyle bir davranış içerisine giren bir hükümdar bir bakıma kendi eliyle kendi sonunu hazırlamaktadır. Râvendî bu yanlışın getireceği tehlikeleri şu sözlerle açıklamaktadır. “akıllılar indinde haksız yere Müslümanların malını alan memurla yol kesen hırsızlar birdir. Her ikisinin de kanı mubahtır. Adalet sahibi hiçbir padişah buna asla razı olmaz ve bu kapıyı açmaz” (Râvendî, 1957: 32) Çünkü akıllı ve bilge kişiler bilirler ki, “halkından para çalan hükümdar, duvarın temelini kazıp da, damını sıvayan adam” gibi (Râvendî, 1957: 30) bindiği dalı kesmektedir”.[47]

Râvendî, “hükümdar da akıllı, cesaretli ve uyanık olmalı; harpten anlar ve muharebe görmüş bulunmalıdır. Muhtelif düşmanlara karşı muhtelif yer ve mahallerde orduyu nasıl tertip edeceğini bilmelidir”. “Her iki taraftan da kendi askerleri ile düşman ordusuna bakmalı, düşmanın ne gibi bir silah kullandığını ve bundan hangi silah ve vasıta ile korunacağını bilmelidir. Ordunun silahları düşman askerini aciz bırakacak şekilde olmalıdır. Ordu savaş için önceden talimli olmalıdır. Muharebe yeri askerin silahına müsait olmalı düşmana ise müsait olmamalıdır. Karargâhını düşmandan uzak tutmalı düşmanın gece baskınlarından kendisini korumalıdır. Saflar kirişli yay gibi kavisli olmalıdır. Görülmüş ve tecrübe edilmiştir ki, hükümdar muharebede sabırlı, basiretli olur ve ordusu kendini sever ve kendinden memnun kalırsa düşmanın sayısı çok da olsa galebe ve zafer tanrıdan ümit edilebilir” (Râvendî, 1957: 209 – 211) sözleriyle tarih boyunca olduğu kadar günümüz savaş stratejisi ile ilgili hükümdarın takip etmesi gereken siyaseti açık ve yoruma mahal bırakmadan gözler önüne sermektedir.[48]

Ravendî, döneminin gerektirdiği şekilde ezici bir orduya sahip olmanın kaçınılmazlığı üzerinde dursa da, asıl istenenin savaştan önce diplomasi yoluyla sonuca varmak olduğuna inanır. Bu inancını şöyle bir meselle ifade eder: “Düşmanı iyi, hoş sözlerle yola getirmek, uzun boylu savaşlarla kökünü kazımaktan daha kolaydır. Çünkü kökünü kazımakta iki ihtimal vardır. Ama birleşip kavuşmak rahatlık verir”[49]

Savaşta hilenin, bir anlamda diplomasi anlamına geldiği anlayışını Ravendî’de de görüyoruz. Nitekim istihbarat konusu, düşmanın durumuna vakıf olmak için en önemli alandır. İster doğrudan, ister diplomatik anlamda olsun, bir olayın çözümü için istihbaratın büyük önemi vardır. “Harp, hiledir” ilkesinin bir başka ifade tarzı olan “hile ve kurnazlık devletlerin alâmetlerindendir” meselini[50] dikkate alan Ravendî, “satranç oynayan nasıl kendi oyununu gördüğü kadar karşısındakinin de oyununa dikkat ederse, hükümdar da halini mazbut tuttuğu gibi, düşmanın halinden de haberdar olmalıdır”[51]diyerek istihbaratın önemine değinir.  

 

 

[1] Bu yakınlığa ilişkin ayrıntı, Türkçe çevirinin 1. Cilt, 39–44. sayfalarında anlatılıyor.

[2] Muhammed İkbal, Râhatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr, Nâşirin önsözü, s. xvı-xvıı.

[3] Râvendî, Râhatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürûr, s. 65.

[4] Age., s. 62.

[5] Age., s. 67.

[6] Örnek olarak Melikşah için şu özellikleri belirtiyor: “Melikşah’ın yüzü güzel, boyu tamamdı. Geniş omuzlu, kuvvetli bazulu, şişmanca, toparlak sakallı idi. Yüzünün rengi penbe idi; bir gözü yaradılışından değil de, âdetinden biraz şaşı idi. Her türlü silahları kullanırdı. Binicilikte ve kûy ile çevgân oynamakta çok çevikti” (Ravendî, age., s. 122).

[7] Age., s. 164.

[8] Age., s. 65.

[9] Age., s. 123.

[10] Age., s. 69-70.

[11] Age., s. 68.

[12] Age., s. 151.

[13] Age., s. 108.

[14] Age., s. 69.

[15] Age., s. 176.

[16] Age., s. 73.

[17] Age., s. 64.

[18] Age., s. 182.

[19] Age., s. 70-71.

[20] Age., s. 71.

[21] Age., s. 356-357.

[22] Age., s. 361.

[23] Age., s. 126.

[24] Bkz., age., s. 142.

[25] Age., s. 96.

[26] Age., s. 105.

[27] Age., s. 283-284.

[28] Age., s. 129-130.

[29] Bkz. age., s. 139.

[30] Bkz. age., s. 140

[31] Bkz. age., s. 266.

[32] Age., s. 169.

[33] Age., s. 156.

[34] Age., s. 139

[35] S. Özbek, “Siyasetnâme Özellikleri Açısından Râhatü’s- Sudûr’un Değerlendirilmesi”, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: IX, Sayı: 2, Aralık 2007, s. 156–157.

[36] Bkz. İbn Zafer, Adil Hükümdar, s. 211.

[37] Age., s. 125.

[38] Age., s. 306.

[39] Age., s. 316.

[40] Age., s. 176.

[41] Age., s. 29.

[42] Age., s. 100.

[43] Age., s. 101.

[44] Age., s. 41

[45] Age., s. 43. Ayr. Bkz. S. Özbek, agm., s. 153.

[46] Ravendî, age., s. 51.

[47] S. Özbek, agm., s. 155.

[48] Agm., s. 160-161.

[49] Ravendî, age., s. 220.

[50] Age., s. 109.

[51] Age., s. 208.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yüksel Kanar Arşivi