İrfan Küçükköy

İrfan Küçükköy

İçinde Lavlar Kaynayan Suskun Arkadaşım Çok Yönlü Sanatkâr: Mehmet Taşdiken

İçinde Lavlar Kaynayan Suskun Arkadaşım Çok Yönlü Sanatkâr: Mehmet Taşdiken

mehmet-tasdiken.jpg

"Kimlerdi O Güzel İnsanlar"

Mehmet Taşdiken arkadaşımız hakkında ben de (İrfan Küçükköy) çok şeyler yazabilirdim. Lise ikiye geçtiği sene davamıza dahil olmuştu. Yüksek heyecanla ve Maceralı bir yolculukla İstanbul'la ulaşmış, arkadaşlarımızın bekar evlerinde kalarak Dolmabahçe Erkek Lisesini bitirmişti. Bu liseden mezun onlarca yazardan biri, hatta benim gönlümde birincisi olacaktı. Arkadaşımızın biyoğrafisini, en yakın arkadaşı bir tarihçi arkadaşım Veli Şirin arkadaşımızdan istirham ettim, O da bir sanatkarı sanatkarce sunmak gerekir düşüncesiye sanatkarca bir üslüpla sunmuş. Arz ediyorum.

*****

İçinde Lavlar Kaynayan Suskun Arkadaşım Çok Yönlü Sanatkâr: Mehmet Taşdiken

VELİ ŞİRİN, Tarihçi / Yazar

Benim yarım asırlık bir arkadaşım var. Genel olarak suskun, konuşmayan, hep bir şeyler söyleyecek gibi duran, nadiren parlayan, açılan ve hatta saçılan, içinden lavlar saçacak gibi alesta bekleyen, sönmüş bir yanardağ gibi bir arkadaşım var. Şu dibi delik dünyada bir çok işler yapmış olmasına rağmen halâ, yapacak çok şeyi olan bir arkadaşım var. Kafasında bir sürü proje ile dolaşıp, yaptıklarını unutup, yapacaklarının peşine düşen hikâyeci, romancı, senarist, projeci, yönetmen, prodüktör, memleketine âşık, köyüne bir “şükran” köyü kurup can suyu veren bir arkadaşım var. Bazen ele avuca sığmayan, isyanlarda gezen, uçuk/ kaçık düşünceleri olan, biz en eski arkadaşlarını unutup, yolda buldukları ile dolaşan/yiyip/ içen, başı ağrıyıp sıkışınca ancak bizler ile dertleşebilen; bizlerin yapmak isteyip yapamadıklarımızı yapan ve bizleri hayretler içinde bırakan bir arkadaşım var. Karabataklar gibi denize dalan, kaybolan ve bizleri telaşa düşürüp, ne oldu dedirten, sonra birden bir proje ile ortaya çıkıveren bir arkadaşım var.

1970’lerde mecmuada en iyi yemekleri yapanlardan biri (hala çok güzel yemek yapan) oydu. Mecmualarımızda en iyi hikâyeleri yazan ve “ üç Mehmetler” denilenlerden biri oydu. İçimizde dışarı açılabilen, yeraltındaki yuvalarımızdan başını dışarı ilk çıkaranlardan biri oydu. Bizlere dışarıda da hayat var diyen oydu. İstanbul’un en güzel yerinde, Boğaz’ın en güzel yalısında beraber oturduğumuz, şairin“Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyduk” misali denizi yeni gören köy çocuklarından biri oydu. Gerçi Beyşehir gölünü görmüştü ama sayılmazdı, deniz denizdi, Boğaz boğazdı, yalı yalıydı,Yalı’da onunla kalan Ali’ydi, Veli’ydi. Yalıya adını veren, Viyana’da intihar eden yazar, şair, diplomat gibi, zaman zaman melankolik olan oydu. Veya ben öyle görüyordum, çünkü içine kapanık gibi duran oydu. 1980’lere doğru benim “mahvolduk” başlıklı uzun nutuklarımı, Mehmet Ali’nin fıkralarını hiç kesmeden uzun uzun dinleyen oydu.

Biz 1950 başlarında doğanlar;

Önce köylerde hemen hemen ortaçağ sonları şartlarda yaşayıp, Cumhuriyetin köy çocuklarına sağladığı yatılı mektepler yolu ile yeni hayatlara doğru uçan, şehirleri tanıyan ve sonra şehirlerde yaşayanlardık. İbriği de bilirdik, musluğu da gördük. Renkli çocukluk fotoğraflarımız yoktu, kardeşlik ve arkadaşlık duygularımız çok yüksekti. El açmazdık, ezilmiş olabilirdik ama “ezik” olmadık. Başımız daima dikti. Evsiz, yurtsuz, aç açık kalsak bile kimseye müdana etmeyenlerdik. Cihangirane düşünceler taşır, dünya yukarıdan bakar, çok okur ve öğrenirdik, kaybederken tecrübeler kazanırdık. Vefayı,fedakârlığı, kanaatkârlığı, sadakati bilirdik. Sağı/ solu hepsi dirençliydik, eğilmez, el etek öpmez, aç yatar, kuyruğu dik tutardık. Çok farklı düşünceler içinde de olsak çoğunluk olarak yerli, milli, samimi ve dürüsttük. Edebiyat fakültesi koridorlarında voltalaşan paşalar, velilerdik ama hepimiz bu ülkenin yüreği yanık gençleriydik. Kaderin oraya buraya savurduğu, hesapsız, karşılıksız vatan ve millet sevgisi olan Anadolu köy çocuklarıydık. Bazılarımız yaban ellerde kaybolurken, bazılarımız kendi ülkelerinde, kendi insanlarının ortaya çıkardığı zorluklarda yitip gittik. Bu neslin gidenlerine de kalanlarına da selamolsun.

“Tozkoparan” olup, hikâyelerin fırtınalaştığı yıllar…

Pınarımız ’da daktiloda tek parmakla yazılan yazılar, gecelerde evlerde elle yazılırdı. Bazen uzun gecelerde, günlerde, dostların çatı katlarında meydana getirilen hikâyeler vardı. Kütüphanelerde tozlu raflar arasında geçirilen günlerde elde edilen bilgiler, yazılan yazılar vardı. Bitirildiğinde arkadaşlara okunup, onay beklenen yazılar vardı. Kavanoz dipli dünyaya bırakılmak istenen mesajlar vardı. Sanatın bile kenarda kaldığı, mesajların fazla ağır çekip, yazıların belini büktüğü zamanlar vardı. Çok yazdığımız zamanlar, yayın yönetmenlerimiz tarafından bazı yazılarımıza arkadaşların isimlerinin konulduğu, yutkunulduğu günlerimiz vardı. Gönül Yazar ile röportajımız, “Üç kardeşler masalımız”, “Budinli Hamza Bey Türküsü” destanımız, “Kara sabun da ak köpürür” hikâyemiz “Alp Arslan” piyesimiz, “Hacivat –Karagözümüz” ….hemen edebiyatın her dalında yüzlerce yazılar yazan Taşdikenimiz vardı. Birimiz taş yapan“Taşçı” , birimiz “taşgetiren” usta, birimiz taşı toprağa diken “Taşdiken” mehmetlerimiz,ahmetlerimiz vardı. Şöyleydi, böyleydi ama güzel günlerimiz vardı. O günlerin ne tam bir günlüğü tutuldu, ne tam bir hikayesi yazıldı, ne yazılan yazılar toplanabildi !....Onları denize attık, balıklar bilmese de hâlık bilir, dedik.

Bir gün birilerinin bütün dergilerdeki yazıları, yazarlarına sormadan, haber vermeden, ( telif hakkı mı? O da ne? Hak, emek, adalet artık göklerde bir yerlerde herhalde), bir proje kapsamında internete topladığını öğrenip, haber verdiğimde, yarım asırlık arkadaşım hemen açıp baktı ve “ amma da yazmışız be..” dercesine şaşırdı, eski günlerine ve hüzünlerine, kırgınlıklarına, sevinçlerine daldı gitti.

Dizi mi? Kimseler düşünmezken, (Yuva) deyip, TRT deyip, Türk milletinin yüce değerlerini filmleştiriverip, halka sunan da oydu. Türkistan açılıp, gidip gelmeler başlayınca, benim gibi “Türk” hassasiyeti yüksek görünenlere nispet, Türk Atayurdu’na ilk giden de oydu, Kırım vb. katilamları film yapan da oydu. Bilinmezlikleri çok bir adamdı. Başına gelenleri içine atıp, kahrolan, sonra o diplerden en üstlere çıkabilen ve yeni yuvalar kurabilen de oydu. Nasıl bir adamdı, bu benim kadim dostum !... Bazen Melami meşrep, bazen Bektaşi meşrep ve çoğu zaman da hemşehri Hz. Mevlana gibi büyük bir hoşgörü sahibi… İçine kapandığı zamanlarda ise, Kabe’de ve Hz. Peygamber’in huzurunda göz yaşı döken bir zâhid veya hafi zikreden bir nakşi! … Şeyh Bedreddin’in Varidatı ile meşgulken bir bakarsınız , F. Nietzshe’den“Zerdüşt böyle buyurdu” yu okuyor. Beyoğlu’na nizam vermeye çalışır, Cezayir sokağını Fransız sokağı yapar, çok emekler verir, neticeyi tam alamaz, ama katiyyen yılmaz. Bir başka açıdan tekrar mücadeleye girişir. Ne de olsa gerçek bir “Mücadeleci”dir. Yavuz bir ağabeyini hep sever, sayar, ağabeyinin son yıllarında yaptığı bir toplantıda, adeta onun vasiyeti sayılacak bir konuşma yapmasını temin eder; aynen 1983’ lerde dağılan arkadaşlarını, o imkânı nasıl sağladıysa, Ayaşlı yalısında toplar, bir vakıf oluşumuna yol açar. O vakıf onu çoktan unuttu ise de hiç aldırmaz, yaptığını denize atar: Nasılsa balık bilmez ise hâlik bilir…. Kimsenin aklında değilken, şampiyonlarının bile bilmediği zamanda, Mevlana torunu olarak “Hoşgörü derneği” kurar, “olimpos ateşi” yakar. “Çarşamba toplantıları” der, 30 yıldır devam ettirir, bu nasıl inat veya gayrettir, bilinmez. Dedim ya, bu benim arkadaşım nasıl bir adamdır !? Herkes, her babayiğit onu anlayamaz, çözemez, ben anladım mı ? Bilmiyorum. Hatta kendisi bile kendisini anlamış mıdır, zor zanaat….Bazen kendi kendini tanımadığını da fark ettim, desem yanlış mı olur acaba…..

Ben, vefatından sonra arkadaşlarımın bazıları (1. Mehmet Ali Taşçı 2. Cuma Yavuz 3. Dr. Haluk Avanoğlu ) hakkında vefa yazıları yazdım. Bu arkadaşımın sağlığında yazıyorum, neden acaba, şundandır ki, böyle bir adam sağlığında bilinmelidir, desteklemelidir, çünkü geleceği böylesi adamlar etkiler. Konya-Beyşehir- Çavuş Köyü yanında, çorak Anadolu toprakları üzerinde kurduğu; yazarları, sanatçıları, bilim adamlarını bir araya topladığı ve on yıldır mücadele ettiği (Sonsuz Şükran Köyü) nedir?Orada Türk milletinin değerleri adına diktiği çınarlar; Bursa’da, Edirne’de ve İstanbul’da asırlar öncesinden dikilen çınarlar gibi, asırlarca yaşayacaklardır. Bunu ben görüyorum. Konya’nın Mevlana’sı, Nevşehir-Hacıbektaş’ın Hacı Bektaş Veli’si, Ankara’nın Hacı Bayram Veli’si, Kırşehir’in Ahi Evren’i gibi, Sonsuz Şükran Köyü’nün Mehmet Taşdiken’i olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İrfan Küçükköy Arşivi