Asım Yapıcı

Asım Yapıcı

“İlle De Deliliğe Hicret… Şiirle Teması Koparmamak…”

“İlle De Deliliğe Hicret… Şiirle Teması Koparmamak…”

Çukurova Üniversitesi’ndeki bir söyleşinize Will Durant’ın medeniyeti oluşturan unsurlar din, bilim, ahlak ve olmazsa olmaz olan sanattır mealinde bir sözüyle başlıyorsunuz. Hocam söyleşimize bu unsurları konuşarak başlayalım isterseniz.

Bence iyi bir başlangıç noktası. Öncelikle Çukurova Üniversitesi’ne ve oradaki dostlara selam olsun. Yaklaşık yirmi beş yıl çalıştım Çukurova Üniversitesi İlahiyat fakültesinde. Üniversitemiz ve akademik ortamımız bize çok şey kattı, biz de karınca kararınca var gücümüzle çalıştık. Çukurova üniversitesindeki söyleşiyi hatırlıyorum. Will Durant ile başlamıştık söze. Durant, bir medeniyeti oluşturan unsurları sayarken din, ahlak, bilim, siyasî istikrar, ekonomik refah ve sanatı ısrarla ve önemle vurguluyor. Hatta bahsettiği tüm unsurların hepsi var olsa, sadece sanat olmasa yine de medeniyetin kâmil bir hale gelemeyeceğini söylüyor. Önemli bir tespit. Kaba ruhları incelten, insana nezaket, letafet ve estetik kazandıran temel yapı taşlarının başında sanat gelir. Keza başkalarının derdiyle dertlenmek, başkalarına omuz vermek, bencilliklerin törpülenmesi, ahlaki bir yaşama çağrı medeniyetlerin temel hedefidir.

Sağlıklı bir toplum kurmak, insanlar arası sosyal dayanışmayı sağlamak sadece mantıklı düşünme ve bürokratik ilişkilerle gerçekleşmez. Yeni insanın her geçen gün daha fazla duygusuzlaştığını hissediyorum. Zamanın ruhu hepimizi acımasız bir kapitalizme doğru sürüklüyor. Kapitalist ve narsist kişiliklere dönüşüyoruz. Kapitalist bir dünyanın narsist kişilikleri kamil bir medeniyet kuramaz. Eğer ortada medeniyet diye dillendirilen kavramlaştırmalar varsa bunları ihtiyatla karşılamak gerek. Medeniyet kelimesini kullanmayıp “deniyet” mi desek diye düşünürüm sıklıkla. Kapitalizm ve narsisizm yükselmeyi değil alçalmayı, insanı değil insanımsılığı, olgunlaşmayı değil hamlığı, tamlığı değil yarımlığı, faziletleri değil reziletleri temsil ediyor. Bu nedenle sanatsız toplum anlayışsız, bencil ve kibirli bireyler üretir. Kuşkusuz sanat denince neyi kastettiğimiz de önemli. Burada sanat ile sanatımsılığı, sanatçı ile sanatçı geçineni, eskilerin ifadesiyle şair ile müteşairi ayırt etmek gerekir.

Aliya İzzetbegoviç’in sıkça vurgulamış olduğu ‘Semadaki Prolog’ kavramına siz de çok kullanıyorsunuz. Bu kavramı açar mısınız? Nasıl ulaşılır bu kavramın anlam alanına?

İzzetbegoviç’e göre uygarlık ve kültür, insanın iki temel boyutuyla yakından ilişkili. Birisi yeryüzü tarihine işaret eder, diğeri “semadaki prolog”a. Bu anlamda birisi dünyevi ve somuttur, diğeri metafizik ve tarih dışı. “Madde” ve “idea”yı sembolize eden bu durum, insanın tarihsel serüvenini ortaya koyar, uygarlık ve kültür açısından. Bu serüvende insanın kendisi olması ya da kendine yabancılaşması, işte asıl sorun burada. Ruhsuz madde ya da maddesiz ruh ikilemi. Her iki durumda da “insan” aynen cıva gibi kayıyor elimizin altından. İnsanı bir kere kaybettik mi, artık onun özgürlüğünden de bahsedemeyiz. Çünkü hürlük sadece dünyevî ya da sadece ruhanî bir varlık olmanın ötesinde aynı anda her ikisi olabilmekle mümkün. Bu noktada insanın içsel yöneliminde, kendini keşfinde, kendi derinliğini hissetmesinde ve nihayet kendisiyle buluşmasında din ve sanatın çok önemli, hatta vazgeçilmez olduğunu ısrarla vurgulayan İzzetbegoviç’e göre hür olmayan insan ne bir dine bağlanabilir ne de estetik bir ürün ortaya koyabilir. “Semadaki prolog” kavramı tam da burada çıkıyor karşımıza. Söz konusu prolog bizi, sürekli kökenimize davet ediyor, o koptuğumuz, unuttuğumuz ya da bir türlü hatırlamak istemediğimiz metafizik kökene.

Bu noktada sormadan edemiyoruz: Kim ya da nedir, semadaki proloğu gösteren yahut hissettiren bize? Cevap basittir aslında. Zira bilim fiziksel dünyayla ilişkiliyken din ve sanat metafiziğe açılan pencerelerdir. Katı seküler denilen bir sanatçının eserinde bile örtük şekilde varlığını hissettiren metafizik unsurları dikkatli bir okumayla yakalayabilmek mümkün çoğu kere. Varlık, insan ve hayat tam bir sırdır aslında. Din, sanat ve felsefe bu sırrı faş etmek için ihtiyaç duyduğumuz üçlü sacayağı olarak değerlendirilebilir. Çünkü kâinattaki gizeme dikkati çeken din, sanat ve felsefe geleneksel dönemde bir bütün olarak tekli, modern ve postmodern dönemde ise ayrışmış biçimde üç farklı anlam dünyası inşa ediyor. Günümüzde tüketim kültürünün bir parçası haline gelen din, sanat ve edebiyatın gittikçe ruhsuzlaştığını hissedebiliyoruz. Guenon’a göre bilim ve teknolojinin sunduğu fırsatlar, değişen insan anlayışları, haz ve hıza bağlı bir yaşamın kutsallaştırılması, her şeyin sadece üretim ve kâr penceresinden görülmesi ruhun zayıflamasına, hatta geri çekilmesine yol açıyor.

Elde kalan sadece maddileşme ve şeyleşme… Şeyleşme de neyin nesi diyesi geliyor insanın. “Şeyleşme” diyor Timoty, “dünyada ilişkilerin ve bütün bir varoluşun sadece teknik ve pratik bir düzeyde ele alınıp sürdürülmesidir.” Her geçen gün daha fazla yitiyor gibiyiz, bizden yana olmayan modernin tsunamik bunalımında. Tekrardan semadaki proloğa dönelim: Sanat insanın metafizik ile temas kurmasını, transpersonel yani ben-ötesi haller yaşamasını, insanlığını hatırlamasını, can dahil her şeyin Allah’tan bir emanet olduğunun şuuruna varmasını kolaylaştırıyor.

Yukarıdaki sorumuza bağlı olarak sormak istiyorum. Hocam bu günkü dindarlarda nezaket, incelik, zarafet gibi hallere rastlayamıyoruz. Kuru, ruhsuz, takır takır bir dindarlık söz konusu. Neler söylersiniz bu hususta?

Soruyu “bugünkü dindarlarda” diyerek çok isabetli tasarlamışsınız. Teşekkür ederim. Buradan yürümek gerek. Dolayısıyla din ile dindarlığı, İslam ile Müslümanlığı ayırarak ilerleyelim. Din; inanç, ibadet ve ahlaki ilkelerden oluşan sembolik bir sistemdir. Bu sistem bireyle yani inanan insanla buluştuğu zaman öznelleşir. Dinin bu öznelleşme durumuna dindarlık diyoruz. Dindarlık hem toplumsal hem de bireysel tezahürleri olan bir olgu. Bu nedenle din olgusunun hem toplumsal hem de bireysel olarak yani iki defa öznelleştiğini söylemek durumundayız. Önce toplumsal kısmından başlayalım. Değişen dünya ister istemez toplumsal yapıların değişmesine zemin hazırlamıştır. Geleneksel dönemde hakikati Tanrı ve vahiy temsil ederdi. Modernleşmeyle birlikte akıl ve bilim, postmodernlikle birlikte bireyin kendisi hakikat haline gelmiştir. Bencillik ve narsisizm bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir de şu hususu vurgulamak gerekir. Modernlikle birlikte seküler bir dünya kurulmaya başlandı. Katı sekülerizm tanrıyı öldürmek ve dini tamamen yok etmek isterken ılımlı sekülerizm dini sosyal hayattan tecrit ederek bireysel vicdanlara itmeye çalıştı.

Modernite dini sevmezdi, hatta dinin özdeşleştiği geleneği de… Modernite dine yönelik tutumunu açıkça uygulamaya soktu. Bu süreçte din ile modernizm arasında sert bir mücadele yaşandı. Bir de sanayileşme ile Afrika başta olmak üzere pek çok coğrafyanın sömürgeleştirilmesi, iki büyük dünya savaşının yaşanması, aile kurumunun sarsılması, stres, kaygı, depresyonun ve intiharların artması modernitenin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Tabii ki sorgulayanlar da yine modernizmi inşa edenlerdi. Sonra postmodern denilen durum ortaya çıktı. Tam da bu süreçte başta ABD olmak üzere pek çok ülkede yeniden dine dönüş, dinsellikte artış denilen durum yaşanmaya başlandı. Artık şunu çok iyi biliyoruz: Modernitenin mücadele ettiği, dahası tarihten ve toplumdan tamamen silmek istediği din ve dindarlık ahlaki temelleri sağlam bir yapıydı. Yeniden dönüş yapan din ya da yeniden dinselleşme; ahlaki temelleri sağlam olmayan sadece inanç ve ritüel üstüne kurulu, bu anlamda üçlü sacayağından birisinin eksik olduğu psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarla motive bir olgu olarak karşımıza çıkmakta. Bu nedenle ben “yeniden dindarlıkta artış” ifadesini kullanmak istemiyorum, olsa olsa buna “yeniden dinsellikte artış” diyebiliriz. Zira dindarlığın ahlaki temelleri kuvvetliyken dinsellik ahlaki tarafa pek riayet etmeyebilir. Yapılan pek çok akademik araştırma var Müslümanların dini bu dünya ile değil sadece ahiretle ilişkilendirdiğine yönelik. Keza dini değerlerin zayıfladığı, ruhsallık (manevi demiyorum) adı altında bireysel gelişim ve psikolojik ihtiyaç odaklı değerlerin arttığına dair veriler de mebzul miktarda mevcut.

İster inançlı olsun ister olmasın, ister ibadetlerini yapsın ister yapmasın, zamanın ruhu etkiliyor herkesi. İsmet Özel’in “Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm” dizesinde ifade ettiği gibi. Teknoloji Batıda üretiliyor ve biz transfer ediyoruz. Her teknolojik ürünün kendi ahlakını beraberinde getirdiğini bilmiyor değiliz. Son tahlilde medeniyet üretemeyen, eski medeniyetin türküsünü yakan, değer üreten değil değer tüketen, nev-i şahsına münhasır değil taklitçi bir toplum olduk çıktık. Sanatla bağımız da sorunlu. Dinin önerdiği erdemler ve faziletler geri plana düşmeye başladı. Dışsal bir dinsellik gelişiyor gibi. Eskiler derler ya “tam takır kuru bakır”, aynen böyle bir dinsellik şekilleniyor. Yeniden bir medeniyet kuramamanın ya da var olan Türk-İslam medeniyetini güncelleyememenin travmaları bunlar.

Din, zarafet ve nezaket vermeli insana. Vermiyorsa bu işte bir sorun var, demektir. Bu sorun dinde değil dini anlama ve yaşama konusunda sağlıksız bir dindarlık geliştiren Müslümanlarda. Dünya ve ahiret dengesini kaybederek salt dünyevileşmiş, din ve ahlak ilişkisini kopararak ahlaki temelleri zayıf bir dinselliğe yönelmiş, bilim ve dini, madde ile manayı, fizik ve metafiziği ayırarak neo-liberal, kapitalist dünya görüşünü benimsemiş dindarlarda bir sorun vardır. Bunu imanın hazzından dünyanın hazzına koşar adım giden dindarlık diye de ifade edebiliriz. Sanat bir çare olur mu, acaba diye sorabiliriz. Kısmen olabilir, ancak bu halden kurtuluş sadece sanatla mümkün değildir. Önce zihniyetlerin değişmesi gerekir.

“Deliliğe Hicret” adıyla şiir kitabı yayınladınız. Herkesin kaçtığı, insanların onunla anılmaktan korktuğu deliliğe Asım Yapıcı hangi anlamları yüklüyor? Neden “Deliliğe Hicret”?

Deliliğe yüklenen anlamlara göre değişir deliliğin istenen ya da istenmeyen bir durum olması. Öncelikle söylemek durumundayız. Bu çağın zihniyetine göre kapitalist olmayan, bencil olmayan, kendini düşünmeyen kişi delidir. Öyle bir delilik benim açımdan tercihe şayandır.

Çünkü bir insanın aynı anda hem kapitalist hem de Müslüman olamayacağını düşünüyorum. Müslüman kalmak için kapitalizme inat irfana yolculuk yapmak gerekir. İç dünyamızın ihtişamıyla karşılaşırken semadaki prologu dinlemek, metafizik esintileri alabilmek… Psikolojide çok yavan bir şekilde “kendini tanıma” kavramı kullanılıyor. Bedensel yapımızı, içsel yeteneklerimizi, ilgilerimizi, toplumsal şartlarımızı, ekonomik durumlarımızı vs. tanımak anlamında. Metafizikle ilişkili tarafım ne olacak?

Dünya Sağlık Örgütünün ya da Amerikan Psikoloji Derneği’nin “normallik” diye dayattığı düşünce biçimleri acaba normal mi, diye sormayalım mı? Bu normalin ölçütü nedir? Kim koymuş? Ruh sağlığının tanımını kim tekeline almış? “Ağaçların namelerini dinlemek”, “mezarlıkta ölülerle konuşmak”, “dini-mistik tecrübeler yaşamak”, “ilimden irfana yolculuk etmeye çalışmak” neden delilik olarak tanımlansın. Şiir normal şuur halinden çıkmaz bana göre. Eğer böyle bir şiir varsa yine bana göre olgunlaşmamış bir şiirdir, hamdır yani. Nitekim bol miktarda bu tip şiirlerle karşılaşıyoruz, edebiyat dergilerinde, akıl ve kelime oyunlarıyla yazılan dizeler.

Didem Madak: “Kötü şiirlerden koru beni Tanrım” der. Aslında şiirle iştigal edenler her gün böyle dua etmeli. Asım Yapıcı’ya göre delilik, bencillikten diğerkâmlığa, neo-kapitalizmden irfana yolculuktur. Hızır’ı ararken huzur bulmaktır. Huzurda bulundukça huzura ermektir. Ruhun sükuna ermesi için eski ya da yeni kapitalizme ait ne varsa atabilmektir. Bu yalnız yaşanacak bir yolculuktur, tıpkı delilerin yalnızlığı gibi. Yanılmıyorsam Peyami Safa’nın şöyle bir ifadesi var. “Delilik ile dehâlık arasında ince bir kıl vardır, Necip Fazıl da bu kılı çekip almıştır. Bu adam deli midir deha mıdır anlayamıyoruz.” Delilikle velilik arasında da ince bir kıl vardır. Anadolu da -zihin geriliği anlamında söylemiyorum- hikmet erbabı olanlara, semadaki proloğu dinleyebilenlere, metafizik ile temas kuranlara deli denir. Zira onlar farklı bir dil ve farklı bir bakış açısı konuşur, normalin, sıradan olanın sınırlarının dışında bir duruş sergiler. Filibeli Ahmet Hilmi’nin Â’mâk-ı Hayâl’indeki Aynalı Baba ya da Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ındaki Simurg gibi. Dıştan bakıldığı zaman bunların hepsi delidir, ancak kendimize soralım. Bunlar gerçekten deli midir? Deliliğe Hicret’ten maksat nar-ı İbrahim’e su taşıyan karınca misali sadece bu yolda, bu uğurda olmaktır, varırsak ne mutlu bize, varamaz isek çabamız bile ulvidir zannımca.

Günümüz insanı kendini unutmuş durumda. Tefekkürü, düşüncesi, kendine yolculuğu yok maalesef. Nesneleşiyoruz, ruhumuzla aramızdaki mesafe her gün açılıyor. Ne yapmalıyız? Hiramızı, mağaramızı inşa edip oraya çekilmeli miyiz ara ara?

Kierkegaard’ın şöyle bir sözü var: “İnsan kendini sessizce kaybeder, kaybettiği başka bir şeyi fark eder de kendini kaybettiğini fark edemez.” Müthiş bir söz bu. Bu sözü duyduğum zaman zihnimde Haşr Suresi 19. ayet canlandı birden. “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki Allah onlara kendilerini unutturmuştur.” Başka bir deyişle onlar kendilerini unuttukları için Allah’ı hatırlamamaktadırlar. “Renkler ve Sen” isimli şiirimde bir dize vardır: “Kayboluyor içimde Tanrı’nın titrek sesi”. Allah’ın sesinin duymaz hale gelmek… Vicdan Allah’ın içimizdeki sesiyse, Allah da artık içimizde konuşmuyorsa “insan” olma serüvenimiz sorunlu veya sonuçsuz demektir. Beşer oluşumuz baki kalabilir ancak insanlık başka bir şey.

Mevlana’dan mülhem söyleyecek olursak: “Beşer olmak eğer yetseydi olmaya insan/Ebu Cehil’le bir olurdu Resulü Zişan.” Herkes beşerdir elbette, ancak insan olmak çok farklıdır. Kendimizi nasıl bulabiliriz, yani nasıl insanlaşabiliriz? Asıl can alıcı soru bu. Bütün felsefe ekolleri, bütün psikoloji ekolleri ve bütün dini sistemler insanlara “kendilerini tanımalarını” salık verir. Örneğin, Sokrates “Kendini tanı.” der. Maslow “kendini bilmeyen kendini gerçekleştiremez.” der. Yunus Emre, “İlim kendin bilmektir.” der. Hadis olarak aktarılan bir rivayette “Kim kendini tanırsa Rabbini de tanır.” ifadesi geçer. İşin aslı kendimizi bilmektir. Hemen sorabiliriz: Kendini bilmek ne demektir? Kendimizi tanıyor muyuz? Bir insanın kendini tanıması iç dünyasına yolculuk etmesiyle ya da edebilmesiyle gerçekleşir. Bu noktada; tefekkür, tedebbür, tezekkür, teakkül ve teemmül kavramlarından bahsetmek yerinde olacaktır.

Fikir kökünden türeyen “tefekkür”, bir işin âkıbeti konusunda kafa yormaktır. Buna sonuca odaklı düşünme diyebiliriz. Tedbir ile aynı kökten türeyen “tedebbür”, bir işin sonucunu başından hesap etmektir. Buna göre tedebbür, tedbiri/önceyici düşüncedir. Düşünce geçmişe yönelikse “tezekkür” adını alır ve “hatırlama, anma” anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle bunu, unutturmayan ya da hatırlatıcı düşünce şeklinde ifade etmek mümkündür. “Teakkul” teorik ve pratik meseleler üzerinde düşünmek anlamına gelir. Buna göre akıllı kişi, tutarlı bir şekilde düşünen demektir. İşte tutarlı düşünce. “Teemmül”, bir nesne hakkındaki düşünceyi zihinde yoğunlaştırma, demektir. Bu da içe dönük yoğun düşünce diyebiliriz. İslam kültüründe düşünce ile alakalı o kadar çok kavram var ki… Düşünebiliyor muyuz acaba? Dilimiz düşüncemiz kadardır, düşüncemiz de dilimiz. Dil fakirliği düşünce fakirliğini beraberinde getiriyor.

Neo-liberal, kapitalist dünya iç dünyaya yolculuğu yasaklıyor gibi. Her şey alınıp satılan metalara dönüşüyor. Dışsallık artıkça içsellik buharlaşıyor. Ruhumuz zayıfladıkça nefsimiz kuvvetleniyor. Kendimize, doğaya ve Allah’a yabancılaşıyoruz sürekli. Gökyüzünü seyre dalamıyoruz. Mağaramızda inzivaya çekilemiyoruz. Sürekli gürültü ve şatafat. Malumdur, iletişimi bozan unsurların başında “gürültü” gelir. Fiziksel ve psikolojik gürültüler kendimizle iletişimimizi, iç dünyamıza dönüşümüzü, içsel konuşmalarımızı, derin düşüncelerimizi olumsuz etkiliyor. Zaman zaman kendimize bir Hira, bir kuyu, bir balığın karnı, bir inziva mekânı bulmalıyız. Nesneleşmeye inat, mutluluk endüstrisine inat, huzura talip olmalıyız.

Şiir ne anlam ifade ediyor sizin için? Anlam arayışı ve varoluş sancılarının dile gelişi diyebilir miyiz şiirlerinize?

Şiir yerine göre deli gömleği giymektir, yerine göre hikmetin peşinde koşmaktır, yerine göre insan olma serüvenine katılmaktır, yerine göre başkalarının dertleriyle dertlenebilmektir. Şiir kendimizden öteye açılan bir penceredir. Varoluş sancısı, anlam arayışı, isyan ve toplumsal sorunlar… Bunların hepsi vardır ya da olmalıdır şiirin içinde. Şiir bazen kaçıştır içe doğru, bazen de dışa doğru açılıştır. Şiir, insan olmayı hatırlamaktır, ruha yöneliştir, vicdanı duyumsamaktır. İlle de gönül, ille de gönül… Şiir şairin gönlüyle izdivacıdır. Kaybolan gönlü yeniden keşfetme çabasıdır. Bunları söylerken şiirin teknik bir tarafının olduğunu elbette inkâr etmiyorum.

Şiirin teknik kısmı dışsal, gönül içseldir. İç ve dış vahdeti gerek. Tıpkı H2O gibi. Ne hidrojen ne oksijen tek başına suyu oluşturmaz. Su kendisini oluşturan unsurlardan daha farklıdır. İşte geştaltça bir bakış açısı. Madde ve mana, şekil ve öz, fizik ve metafizik nasıl ayrıştırılmazsa ya da ayrıştırıldığı zaman insan nasıl kayboluyorsa şiirde de teknik ile gönül, şekil ile öz, söz ile ilham ayrıştırtılmamalı diye düşünüyorum. Aksi halde kuruyan ve kurutan yani ruhları beslemeyen sadece kelime oyunları tarzı bir şiirden bahsedebiliriz. Başkaları buna şiir diyebilir, saygım var. Ben şiirimsi diyorum. Şiire bir kalıp biçmek istemiyorum. Merhum Sezai Karakoç’un Lili’si gibi bir şiir, şiirin neliğine ve nasıllığına biçilen tüm elbiseleri parçalayabilir.

“Deliliğe Hicret”i, şiiri sizin mağaranız olarak görebilir miyiz?

Aslında her insanın az ya da çok bir mağaraya ihtiyacı var, kendini anlamak, içine dönmek, özüne ulaşmak için. Kimisi bunu bireysel yalnızlığında yakalamaya çalışır, kimisi musiki veya edebiyatla iştigal ederek, yani sanata sığınarak. İçe dönemeyen insan özünü kaybeder, gündelik hayatın telaşları, hırsları ve rekabeti onu savurdukça savurabilir. Tam da bu noktada tutunacak dala ihtiyaç duyarız. İşte şiir benim için tutunacak bir daldır.

Deliliğe Hicret, kapitalizme, acımasızlığa, dışsallığa, şekilciliğe inat, orada bir yerlerde insanın, kelimenin tam anlamıyla insanın var olduğunu haykırmak ister. Arayışıyla, bunalımıyla, mutluluğuyla, mutsuzluğuyla, hayalleriyle, hayal kırıklıklarıyla, sevgisiyle, öfkesiyle kısaca her şeyiyle insanı bulmak. Bulunacak o insanının iç dünyasında ruhu ilahinin var olduğunu idrak etmek. Sık sık büyük bir iddia mı bu acaba diye sorasım gelir kendime? Cevabım şu: Hayır, büyük bir iddia değil bu. Olması gereken, oldukça da mütevazı bir insan anlayışı. Dünyayı kurtaran değil kendisiyle buluşan, kendini anlayan, kendini kurtarma mücadelesi yapan bir insan. Şunu sorabilirsiniz: Ama kendini kurtarmak kapitalist bir yaklaşım değil mi? İşte irfan ile kapitalizmin ayrıldığı nokta burada. Sadece madde ve fizyoloji olarak değil mana ve metafizik bakımdan da gelişmek. Bu tür bir gelişme için adına mağara deyin, balığın karnı deyin, kuyu deyin ya da inziva deyin… Ne dediğimiz önemli değil, önemli olan içe yöneldikçe metafizik alana yaklaşmak, metafizik olana yöneldikçe dışa dönebilmek.

Tasavvuftaki uruc ve nüzul nazariyesi gibi. Bazı şairler bu döngüyü tamamlayamaz. Uruc ile yükselir ancak geri dönemez. Bunun için bazı kalıpların kırılması gerekir. Deliliğe Hicret her türlü insanî olmayan kalıbı kırmak, yırtıp atmak, sükûn ve huzuru yakalamaya çalışmak, dış dünyanın insanı yozlaştıran, bunaltan etki ve uyarıcılarına karşı direnmek demektir. Direnmek için direnecek gücü bulmak gerek. İşte bu güç kendi mağaramıza sığınarak üstümüzde yük olan kapitalist zihniyete ait ne varsa onlardan kurtulmakla mümkün.

Son olarak neler söylersiniz?

İlle de Deliliğe Hicret… Şiirle teması koparmamak, kabalaşan tarafımızı sanatla inceltmek, sanatı metafizikten bağımsız görmemek… Ne olur kapitalizme direnin, ne olur bir ruhunuzun olduğunu unutmayın, ne olur metafizik arayışlardan uzaklaşmayın.

Teşekkür ederim.

Bize vakit ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Prof. Dr. Asım YAPICI

    • 1966 Kayseri-Develi’de doğdu.
    • İlkokulu Ankara’da, Ortaokulu Develi’de, Liseyi ise yine Ankara’da okudu.
    • 1989’da Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
    • Yaklaşık 5 yıl Malatya Pütürge’de öğretmenlik yaptı.
    • 1995’te Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Psikolojisi Anabilim Dalında araştırma görevlisi olarak atandı.
    • Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde başladığı yüksek lisans eğitimini 1996’da, doktora eğitimini ise 2002’de tamamladı.
    • 2008’de Doçent, 2013’de Profesörlüğe yükseldi.
    • 2019 Eylül ayı itibariyle Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde öğretim üyesi göreve başladı.
    • Akademik alanda yayınlanmış 4 kitabı, 15 kitap bölümü, 62 makalesi mevcuttur.
    • Hayal, Ayna İnsan ve BH Sanat başta olmak üzere pek çok edebi dergide şiirleri, denemeleri, şiir incelemeleri ve şiir kitapları üzerine tahlilleri yayınlandı.

www.dibace.net/soylesiyorum

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Asım Yapıcı Arşivi