Mustafa Yürekli

Mustafa Yürekli

Kadim Siyasal Düşünceler Tarihi

1.Antik Çağın Tarihsel Boyutu, Yöntemi Ve Kuramsal İçeriği

Antik Çağ, eski Yunan filozofu Sokrates’in felsefeyi mitolojiden çıkarma çabasıyla, bir diğer ifadeyle kurgusal mitolojik konulardan insana ve onun toplumsal hayatına ilişkin meselelere yönlendirmesiyle başlar. Sokrates’in felsefeyi pagan toplumunun öznel / sezgici-ilhamcı paradigmasından akılcı paradigmaya geçirişinden yaklaşık olarak M.S. V. Yüzyıl’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına değin geçen dönemdir. Bu döneme damgasını vuran iki medeniyet, Yunan ve Roma medeniyetleridir. Antik Çağ düşüncesine yön veren Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi düşünürlerin içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik çevre şehir devleti (polis, site devleti) düzenidir. Nüfusları milyonları bulan günümüz ulus devletlerinden farklı olarak şehir devletleri, nüfusları birkaç binden birkaç yüz bine değişen görece küçük siyasal topluluklardı. Kendi kendine yeterliğe büyük önem veren şehir devletleri, köleci ekonomik düzene sahiptiler. Bu topluluklarda siyasal kararların alınmasına katılım, yani vatandaşlık, erkeklerle sınırlanmıştı.

Antik dönem düşünürlerinin temel yöntemi akli / felsefi düşünce olmuştur. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi düşünürler sosyal ve siyasal olayları pagan toplumunun her biri bir kurgu olan tanrılara referansla değil ama akla referansla açıklamaya çalışıyorlardı. Bu anlamda felsefe belli bir araştırma alanında akıl süzgecinden geçirilmiş rasyonel argümanlar ileri sürmeye dayanır. Antik düşünürlerden Sokrates ve öğrencisi Platon, filozofun sosyal ve siyasal sorunlara cevap arayışı sürecinde gözlemi reddedip sadece aklına dayanması gerektiğinde ısrarcı olmuşlardır. Özellikle Platon’a göre var olan, olması gerekenin kötü bir kopyasıdır. Duyu organları ile bilgisi elde edilen varlıklar gerçek değildir. Bu nedenle bu bilgi de gerçek, doğru bilgi (episteme) değildir. Gerçek varlıkların (idealar) bilgisine sadece akıl yoluyla ulaşılabilir. Bu rasyonalist yaklaşımdır. Buna karşılık Aristoteles, akıl yürütme sürecinde gözlemin de önemine dikkat çekmiştir. Ona göre gerçeklik duyularla algılanan dünyanın ötesinde bir yerde değildir. Öte yandan gerçeklik aklın yardımı olmaksızın sadece duyu organlarına dayalı olarak ta bilinemez. O bu düşüncesi temelinde çalıştığı konuya göre bazen bir insan iskeletini, bazen bir kuşu, bazen de bir şehiri/polisi gözlemleyerek tümevarımcı bir metodun verilerini toplamış ve sonrasında elde ettiği bulgulara dayalı olarak tümdengelimci bir yöntemle akıl temelinde çıkarımlarda bulunmuştur. Bu yönüyle zaman zaman Aristoteles’in siyaset biliminin kurucusu olduğu ileri sürülür. Bu çalışmada, Platon ve Aristoteles’in metoduna ilişkin tartışmalar ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır. 

Antik Çağ’ın siyasi düşüncesine damgasını vuran konunun “Erdem Siyaseti”dir. Bununla ifade edilmek istenen, Antik düşünürlere göre insanın doğası gereği toplumsal bir varlık olmasıdır. İnsan kendi kendine yeter bir varlık değildir. Aristoteles’in deyişiyle toplum dışında yaşayabilmesi için bir varlığın “ya bir tanrı ya da bir canavar olması gerekir”. İnsanlar gerek üreme gibi biyolojik gerekse de sevgi, aşk gibi psikolojik etkenlerle toplum halinde yaşamaya doğal olarak eğilimlidirler. Bu nedenle toplum rasyonel bir hesaplamanın sonucu olarak icat edilmiş, kurulmuş bir varlık değildir. Toplum bir sözleşmenin, bir kurgunun değil; doğanın (phusis) ürünüdür. Doğada parçaları birbiri ile uyum içinde çalışan organik ve hiyerarşik bir düzen vardır. Doğada çatışma değil uyum hüküm sürer. Toplum da doğanın bir eseri olarak uyumlu olmalıdır. Bu noktada antiklerin devlete ve siyasete dair bakışı da ortaya çıkmaktadır. Bireyi doğal olarak sosyal, dolayısıyla, toplumu da doğal bir varlık olarak gören antik düşünürler, siyaset felsefesine de toplum halinde yaşayan bireylerin kolektif hayatını düzenleme, var olan toplumsal çatışmaları ortadan kaldırıp kozmosta var olan uyumu poliste de tesis etme görevini yüklemişlerdir. Bu idealin yakalanabilmesi bireyin kendisi ve çevresi ile barışık ve uyum içinde olması, bir başka anlatımla, erdemli bir hayat sürmesi ile mümkün olacaktır.

Bireyin erdemli bir hayat sürmesinin toplum açısından taşıdığı büyük önem düşünüldüğünde, bireyin ahlaki yönelimi bireyin kendi tercihlerine terk edilemeyecek denli önemli bir konu haline gelir. Bu bağlamda, devletin ve siyasetin rolü, kendi başına sahip olduğu akıl sayesinde doğru yaşamın ne olduğunu bulamayıp birbiriyle çatışmaya düşen bireylerin ahlaki olgunluklarını eğitim ve yasalar yolu ile sağlamak ve bireysel ve toplumsal düzeylerde mutluluğu tesis etmektir. Bu çerçevede antik dünyada, ahlak ve siyasetin iç içe geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Etik, mutluluğa giden yolun nereden geçmekte olduğunu tespit ederken, siyaset de bu yolun taşlarını sermekteydi. İşte antik siyaset felsefesinin ana konusunu oluşturan “Erdem Siyaseti” ile kast edilen şey budur. Antik dünyanın farklı düşünürlerinin düşüncesinde bu temanın nasıl yansıdığını Platon’un ahlak ve siyaset felsefesi, Aristoteles’in ahlak ve siyaset felsefesi, Çiçero, Seneka ve Polybius’un ahlak ve siyaset felsefelerinde görülür.      

2.ORTA ÇAĞIN TARİHSEL BOYUTU, YÖNTEMİ VE KURAMSAL İÇERİĞİ

Kadim Siyasal Düşünceler Tarihinin ikinci konusu, Ortaçağ’dır; M.S. V. Yüzyıl’dan yaklaşık olarak XVI. Yüzyıl’a değin geçen dönemi kapsamaktadır. Bu dönemin sosyoekonomik, siyasal ve kurumsal yapısına ilişkin ilk söylenmesi gereken şey, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından yaklaşık olarak Haçlı Seferleri’nin başladığı XII. Yüzyıl’a değin Avrupa’da merkezi bir siyasi otoritenin olmayışıdır. Bu dönemde kilise dışı (laik) otoritenin bıraktığı boşluğu dolduracak olan Katolik Kilisesi’dir. Ekonomik olarak Roma’nın tüm Akdeniz havzasını gerek yollar ve köprülerle altyapısal olarak gerekse de “Jus Gentium” adlı hukuk sistemiyle hukuksal olarak birleştirmesi neticesinde doğan parlak ticari hayatın yerini özellikle VIII. Yüzyıl’dan itibaren içe kapalı, kendi kendine yeter ekonomik üretimin hâkim olduğu feodal dönemin aldığı söylenmelidir. VII. Yüzyıl’ın başından itibaren tarih sahnesine çıkan İslam’ın karşılaşacağı ve tarihi şekillendirecek şekilde mücadele edeceği Avrupa Hristiyanlık dünyasının kadim dönemdeki sözkonusu medeniyeti, İslam siyaset felsefesinin de anlaşılması bakımından önemlidir. Bu dönemin ayrıntılı bir tartışması yapılacaktır bu çalışmada. 

Orta Çağ’da yönteme ilişkin ne söylenebilir? Antik Çağ’da evrenin sırları, insanın bu evrendeki konumu, mutluluğa giden yol ve onun toplum içerisinde nasıl gerçekleştirileceğine dair tüm sorular felsefe ile cevaplanmaya çalışılıyordu. Orta Çağ Avrupa’sında ise hayatın her alanına hükmeden yeni olgu tek tanrılı bir din olarak Hıristiyanlıktır. Bu yeni olgu bağlamında düşünürlerin verdiği tepkiyi iki farklı dönemde ele alabiliriz: Erken Orta Çağlar ve Geç Orta Çağlar.

Erken Orta Çağlar, V. Yüzyıl civarından başlayıp en azından XII. Yüzyıla değin devam eden dönemi kapsar. Bu dönemdeki temel düşünüş, insanın aklına gelebilecek tüm soruların cevaplarının İncil’de mevcut olduğu yönündedir. Yapılması gereken onun doğru anlaşılmasıdır. Bu nedenle felsefe antik çağda sahip olduğu tahtını Orta Çağ’da teolojiye bırakmıştır. Bu fikri, onun en önemli temsilcisi Aziz Augustine şöyle ifade ediyor: “Tanrı ve ruh. Bilmeyi istediğim tek şey bu. Başka hiçbir şeyi kesinlikle hiçbir şeyi bilmek istemiyorum” (aktaran Cassirer, 1984: 89). Aziz Augustine ve izleyenlerine göre gerçeğe ve iyiye ulaşmak için aritmetikten geometriye, geometriden gök bilimine, mantıktan retoriğe uzanan yolu bilmek gerekmez. Platon’un kavramsallaştırmasıyla hem idealar âleminin hem de insanın bu içinde yaşadığı nesneler âleminin bilgisini kendisinde birleştirmiş, yani melekut / cennet ve dünyanın bilgisine sahip olan İsa’nın vahyini (nakli) izlemek iyiye, güzele erişmek için yeterlidir (Cassier, 1984: 88).

İslam’ın meydan okumasına muhatap olan Geç Orta Çağlarla ilgili olarak ilk söylenmesi gereken şey ise antik düşünürlerin, özellikle de Aristoteles’in düşüncesinin İslam medreseleri üzerinden yeniden keşfedildiğidir. XIII. Yüzyıl’da Akinolu Thomas’ın eserlerinde Aristoteles’in etkisi açık bir şekilde görülür. Akinolu Thomas Hıristiyan inancı ile felsefeyi sentezlemekte, düşüncesinde hem nakle (vahye) hem de akla yer açmaktadır. Akinolu Thomas’ın düşüncesinde Hıristiyan inancı, Aristotelesçi felsefe ve Çiçero’nun doğal hukuk anlayışının izleri bulunabilir. Bu dönem aklın imana feda edildiği değil ama onun yanına yükseltildiği bir dönemdir. Belki hala mutluluğa giden yolda irade ve imanın akla üstünlüğünden söz edilebilir ancak bu, doğru yolu bulmada aklın insana, Aziz Augustine’in ileri sürdüğü gibi kazandıracağı hiçbir şey olmadığı anlamına gelmemektedir. Geç Orta Çağ medeniyeti, Yunan - Roma, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam, Latince – Arapça olarak tebarüz eder.

Genel olarak Orta Çağ Hıristiyan dünyasında siyaset felsefesinden ziyade siyasal teolojiden bahsetmek daha doğru olacaktır. Siyasal teolojinin belirleyici amacı kutsal metne ve onun yorumlarına referansla siyasal dünyaya ilişkin analizlerde bulunmaktır. Bu dönem de Antik Çağ’da olduğu gibi halen “Mutluluğa giden yol nedir?” sorusu ile “Devletin toplumsal hayattaki rolü nedir?” sorularının yani siyaset ve ahlakın iç içe geçmiş olduğu bir dönemdir. Tıpkı Antik Çağ’da olduğu gibi hayatın amacının mutluluğa ulaşmak olduğu ve devletin de bu amaca ulaşmada bireylere yol gösterici bir rol oynayacağı düşüncesi Orta Çağ’da da hâkimdir. Ancak bir farkla.. Mutluluk akıl yoluyla bulunacak erdemlere göre sürdürülecek bir yaşamla değil irade temelinde sahip olunacak imanla elde edilecektir. Orta Çağ Hıristiyan düşüncesini Aziz Augustine, Akinolu Thomas, Dante ve Padualı Marsilius’un düşüncelerinde takip edilebilir.

3.İSLAMIN TARİHSEL BOYUTU, YÖNTEMİ VE KURAMSAL İÇERİĞİ

Hıristiyan dünyada bunlar olup biterken, öte yandan Müslüman dünyada akıl, ilham ve vahyin uyumlaştırılması VII. Yüzyıla, Hz.Peygamber’e (s.a.v.) kadar geri götürülebilecek biçimde devam etmekteydi. Kur’an-ı Kerim’de açıklanan, Hz.Peygamber’in, Raşit Halifelerin ve kurucu Müslüman Devlet adamlarının uygulamalıryla pratikte gelişen, teorik olarak da İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi İslam filozofları antik Yunan düşüncesinin klasiklerini okuyor, yürürlükte olan sistemi (İslam medeniyetini) onlarla İslam arasında karşıtlık değil uyum olduğunu ileri sürüyordu. Nitekim, XII. Yüzyıl’da Avrupa’da antik Yunan felsefesi yeniden keşfedilirken bunda Kuzey Afrika ve İspanya’daki Endülüs İslam Devleti’yle ve Orta Çağ İslam düşünürlerinin eserleriyle olan temas etkili olmuştur. Bu etki, Avrupalı aydınlar tarafından büyük bir özenle saklanmaktadır.

Bu çerçevede gerek İslam düşünürlerinin felsefe ve dini bir araya getirmedeki orijinal yaklaşımlarını gerekse de bunun Hıristiyan düşünce dünyasına olan yansımalarını görmek için Farabi ve İbn-i Rüşd’ün düşüncelerini topluca ele alacağız.   

Mustafa Yürekli

mustafayurekli@gmail.com

Ulu Kanal

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.