Mustafa Yürekli

Mustafa Yürekli

Güçsüz sosyolojik tahayyülle anlam arayışı

Güçsüz sosyolojik tahayyülle anlam arayışı

Dünya üniversitelerinde kurulan ilk sosyoloji kürsülerinden biri olan Türk sosyolojisi, yeterli düzeyde varlık gösterememiştir: Osmanlı Devleti’nin son döneminde baş gösteren ve devletin yok oluşa giden yıkılışta içine düştüğü medeniyet bunalımında kurtarıcı görülen sosyoloji bilimi, yeni devlet kurulurken de önemli misyon yüklenmiştir. Daha doğrusu Ziya Gökalp’in İkinci Meşrutiyet ortamında gündeme getirdiği sosyolojik düşünceler, Cumhuriyet’in sosyolojik temellerini oluşturmuştur.

İslam medeniyetinde sosyolojik tahayyül fıkıhta / tasavvufta üretilirken Batlılaşmanın bir göstergesi olarak merkeze yerleşen sosyoloji, sosyal bilimler arasından sıyrılıp başrolü kapmasına karşın medeniyet krizine bir çözüm bulmada hayal kırıklığı yaşatmıştır.

Üstelik taklit ve aktarma yoluyla Batı sosyolojisine eklemlenme çabasından dolayı özgün bir sosyoloji anlayışı ve geleneğini oluşturulamamıştır; bu durum da Türk sosyolojisinin yakasını bir türlü arayıştan kurtaramamasına neden olmuştur. Oysa bilim; birikerek, deneyimleyerek, literatür oluşturarak bir takım sorunların üstesinden gelebilmektedir. Ne var ki, problematiğin, paradigmaların, postülaların her defasında ilk kez ele alınıyormuşçasına sosyolojinin konusu yapılması, zengin bilgi birikiminden ve literatürden habersizce problematiğin değerlendirilmesi, kuşkusuz sosyolojinin labirentlerinde dolaşmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Sosyolojinin Oryantalist Dili

Sosyolojinin ilk kürsülerinden birinin Türkiye'de kurulmuş olması, Türk sosyolojisi için kullanılmamış bir imkan olarak kalmıştır. Ziya Gökalp, Prens Sabahattin, Hilmi Ziya Ülken, Fahreddin Fındıkoğlu gibi ilk dönem Cumhuriyet sosyologlarına bakınca, taklit ve aktarmacılıktan öteye geçememeleri nedeniyle dünyadaki sosyoloji bilimi ve tartışmaları üzerinde etkili olamamışlardır.

Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideologluğunu yapması, Mustafa Kemal Paşa’nın Ziya Gökalp’i fikir babası olarak ifade etmesi, Gökalp’in asistanlarından Necmettin Sadık ve Fuat Köprülü’nün Dışişleri Bakanlığı yapmaları ve böylelikle sosyolojinin tam da siyasal ideolojinin merkezinde konumlanması, Türk sosyolojisini, daha doğrusu sosyolojik muhayyileyi çok zayıf bırakmıştır. Sosyal bilimlerin merkezinden İslami ilimlerin kaldırılıp pozitivist sosyolojinin konulması problemleri artırmıştır. ‘İmparatorluk’ toplumu, Avrupa sosyal bilimlerinin üzerinde çalıştığı Afrika’daki ilkel kabile muamelesi görmüştür.

Türk sosyolojisinin yüzyıllık tarihinde, kuruluş döneminde sosyolojiye ulus kavramı üzerinden bakan Ziya Gökalp ile ‘birey’ üzerinden, Fransız sosyolog Le Play’in etkisinde “adem-i merkeziyetçiliği” merkeze alarak bakan Prens Sabahattin iki önemli figür olarak karakterize edilmiştir. Ziya Gökalp sosyolojik çabalarını Durkheim’in “işbölümü ve dayanışma halindeki toplum tasavvuru”nun sağladığı yaklaşımla ulus-devleti savunmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisine fiili katkıda bulunmuştur. Dahası bu tarihi süreçte sosyolojinin oryantalist bir dil kullanmıştır.

Cumhuriyet’in ikinci dönem sosyologlarına, Behice Boran, Mübeccel Kıray, Mümtaz Turhan, Sabri Ülgener, Niyazi Berkes ve Erol Güngör gibi sosyologlara bakıldığında, sorunun farkında olunduğu ve çözüm için yine Batı’da arayışa girildiği görülecektir. Böylelikle Batı aktarmacılığı Türk sosyolojisine rengini veren en belirgin nitelik olmuştur.

Son yazılarımda Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün kısa biyoğrafilerini; sosyolojideki temel tezlerini anlattım. Erol Güngör, Türk sosyolojisinde hakim olan pozitivist paradigma ve bu paradigmayı kutsallaştıran epistemik cemaatin yanılgılarına düşmekten kaçınmış bir sosyoloğumuzdur. Bu nedenle Güngör’ün sosyolojik yaklaşımı dikkate değer. Türkiye’nin son bir asrını sosyoloji üzerinden okurken; sosyolojik düşüncede Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e gelen çizgideki değişim, Hilmi Ziya Ülken’da başlamış, Mümtaz Turhan’la gelişmiş, sözkonusu Erol Güngör’ün çalışmalarıyla ciddi bir mesafe almıştır.

Ziya Gökalp çizgisi olarak tanımlanan Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün sosyolojik yaklaşımları ve bu yaklaşımların hem sosyolojimizin hem de toplumumuzun sorunlarını tespit etmede ve aşmada bir yöntem olarak kullanılıp kullanılamayacağı tartışılmasını önemsiyorum. Bu yüzden üç yazıyla sözkonusu üç yazarın, Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör’ün biyografileri ve temel tezleri ortaya konulmuştur.

Özgün Sosyolojik Tahayyül Eksikliği

Türk sosyolojisinin Osmanlı’da devleti “kurtarma” adıyla “yıkma”, yeni Cumhuriyet’le birlikte ise devleti “kurma” söylemiyle Batının dayattığı ulus tahayyülüyle dünya sisteminin alt birimi haline getirme, kısaca bağımlılaştırma işlevi gördüğü bilinmektedir. Çünkü her medeniyetin insan, toplum ve devlet tasavvuru, düzen ve kaos düşüncesi, hatta ütopyası bile faklıdır. Türk sosyolojisinin temelsizliği ve atılım eksikliği sadece bir nedenle açıklanabilir: Özgün sosyolojik tahayyül eksikliği.

Türkiye’ye girişiyle birlikte toplumun sorunlarını tanımlama, anlamlandırma ve çözüm bulma konularında pozitivist sosyolojinin gücüne ve potansiyeline dair büyük bir inanç ve güven duyulmaktaydı. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde resmi ideoloji, sosyolojiye bütünüyle hakim olmuş ve bunun sonucunda ise sosyoloji, giderek her Türk vatandaşının benimsemesi gereken resmi ideolojiye, bilmesi gereken bir tür yurttaşlık bilgisine dönüşmüştür. Cumhuriyet yönetimi, yeni kavramlara, anlamlara, tanımlamalara, ideallere, inançlara, birlikteliklere, aidiyetlere, kısacası “vatandaşlığa” ihtiyaç duymaktaydı. Bu ihtiyacını, self oryantalist bir dille sosyoloji karşıladı.

Cumhuriyet’in kurulma sürecinde sosyolojinin öncelikle ele aldığı konulara bakıldığında, ilk zamanlarda “kültür”, “medeniyet”, “millet” ve “milliyetçilik” kavramları üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Sosyal sistem olarak yıkılan İslam medeniyetinin bıraktığı büyük boşluğu sözkonusu kavramların anlamları ve ayrışmaları temelinde kurgulanan sosyolojik tahayyül, Batı’dan nelerin alınıp alınmayacağı problematiğini başat problem alanı olarak ortaya koymaktaydı. Üniversitelerimiz Batılı ideolojilere peşkeş çekildi. İdeoloji, üniversitelerimizde bir yandan sosyolojik üretimin temel motivasyonu haline gelirken diğer yandan sosyoloji, metafizik bir anlam yüklenilen ve bağlanılan ideolojiye sunulan pozitivist bir kurbana dönüşmüştür. Ancak sosyolojiye duyulan sözkonusu güven ve çabalara rağmen süreç içerisinde sorunlar çözülmemiş ve toplum bir asır boyunca sürekli derinleşen ve yayılan medeniyet bunalımından çıkamamıştır.

Sosyoloji bu topraklara tümüyle “yıkıcı / bağımlılaştırıcı” bir sosyal bilim olarak ve “ithal bir ürün” tarzında aktarıldığı için, süreç içerisinde sosyolojinin sorunları katlanarak çoğalmış ve Türkiye’ye özgü bugünkü sorunların dallanıp budaklanmasına neden olmuştur..

Güçsüz Sosyolojik Tahayyülle Anlam Arayışı

Türkiye’nin siyasal tarihinde önemli bir kırılmaya yol açan 1950 seçimleri, sosyal bilimlerle birlikte sosyolojinin de yapısını ve seyrini derinden etkilemiştir. Devleti temsil ettiği iddiasında bulunan Batıcı siyasi partinin (CHP) yerine, onun içinden çıkan, taşrayı ya da çevreyi temsil ettiği iddiasında bulunan Batıcı partinin (DP) iktidara gelmesi, hem sosyologların yeni durumu açıklayamamasına, hem resmi ideoloji savunucusu sosyologların önemini kaybederek ikinci plana düşmesine neden olmuştur. Geleneksel bilim anlayışını savunan aydınlar ise öne çıkamamıştır. Sosyolojinin dayanakları olan pozitivizme, ilerlemecilik anlayışına, toplumun ve tarihin doğa gibi kurallarının olduğunu iddia eden tarihsel materyalist düşünceye ilişkin eleştirilere ihtiyaç duyulmuş; gerçek muhalif düşünce laiklik nedeniyle sesini duyuramayınca sosyal bilimlerdeki eleştiri ihtiyacı yeterince karşılanamamıştır.

1960’lı yıllar önemli siyasal ve sosyal tartışmaları beraberinde getirmiştir. 1960 darbesi sonrasında kurulan Milli Birlik Komitesi’nin üniversitedeki uygulamalarından biri olan ve “147’liler Olayı” olarak bilinen durum, 147 akademisyenin görevinden uzaklaştırılmasıdır. Dolayısıyla üniversiteler temel değerlerinden ve işlevlerinden uzak tutulmaya devam edilmiştir.

1980’li yıllara gelindiğinde, gelenekseli aşan ve “modernizm”le ilişkisi kurulan konuların tartışılmaya başlandığı görülür. Ayrıca Marx’ın yerini nispeten Weber’in aldığı, çatışmacı sosyolojinin yanı sıra anlayıcı/açıklayıcı sosyolojinin de literatürde ağırlık kazandığı bir dönemdir. Türkiye’deki çeviriye dayalı Batı merkezli sosyal bilimler yine Batıcı bir eleştiriye tabi tutulmuştur; bu eleştiri ihtiyacını Batıcı sosyal bilimlerdeki iç eleştiriyle geçiştirme stratejisi üniversitelerimize soluk aldırmamış, toplum da medeniyet bunalımında sağlığını yitirmiştir.

1990’lı yıllar, modernizme dayalı söylemlerin sonraki bir aşaması olan “postmodernizm” ile ilişkilendirilen konuların sosyolojiye hakim olduğu bir dönemdir. Modernizmin kesinliğine, buyurganlığına ve ilerlemeciliğine karşı postmodernizm; seküler yaklaşımla yerelliği öne çıkartması, özde pozitivist olan pragmatist bir sistemciliğe mağlup olması ve “ne olsa gider” anlayışıyla, Türkiye gibi ‘gelişmekte olan’, alt kültür ile yönetilen ülkelerde ve ithal sosyoloji anlayışlarında önemli bir karşılık bulmamıştır. “Sivil toplum” tartışmaları da, yine bu dönemin belirgin konuları içerisindedir. Dolayısıyla Türkiye 2000’li yıllara üniversitelerine hakim Batı merkezli sosyal bilim anlaşışı ve Batı sosyolojik tahayyülü ile girmiştir; güçsüz sosyolojik tahayyülü ile anlam arayışını sürdürmüştür.

2000’li yıllarda ise Türk sosyolojisi, “küreselleşme” konusunu keşfetmiştir. Teknolojinin gelişmesi, iletişim ve haberleşme kanallarının çoğalması, internetin yaşamımıza dahil olması, ulaşım imkanlarının ulusal ve uluslararası boyutta kolaylaşması, sermayenin global ölçekte rahat dolaşımının sağlanması ve ülke sınırlarının daha geçişken hale gelmesi gibi nedenler; küreselleşme konusunu sosyolojinin gündemine taşımıştır. Ne var ki güçsüz sosyolojik tahayyülü ile bu tartışma konularının da seyircisi kalınmaktadır.

Bugün Türk sosyolojisinin çalışma konuları oldukça çeşitlenmiş gösterilmektedir. Bir yandan göç, göçmen, sığınmacılar, iç savaş, çokkültürlülük, birlikte yaşama, değerler gibi konuları çalışılırken diğer yandan aile, kadın, aile içi şiddet, toplumsal hareketler, toplumsal tipler, taşra, kent, demokrasi gibi daha spesifik konular çalışılmaktadır. Ne var ki üniversitelerimizde bütün bu konular yine Batı merkezli sosyal bilim anlaşışı ve Batı sosyolojik tahayyülü ile ele alınmaktadır. Günümüzde Türk sosyolojisi asırlık bir geleneği geride bırakmanın gururunu yaşayamazken; buna karşın kendi medeniyetimizin özgün insan, tolum ve devlet anlayışına dayalı yeni arayışlara düşme kaygısını taşımamaktadır.

Türk sosyolojisinin yeni bir tahayyül geliştirememesinin temelinde kuşkusuz kendine has birçok neden bulunmaktadır. Türk sosyolojisi, dışa bağımlı ve Batı akademik çevrelerinin, dolayısıyla Batı sosyolojisinin yönlendirdiği, kendini sürekli çevreden ibaret gören bir yapısallığı benimsemiştir. Merkez sosyoloji olarak kabul gören Batı sosyolojisinin, teorik-soyut ve toplumsal gerçekliğimizde karşılığı olmayan bilgilerini yüklenen ve merkezin kendi problematikleri temelinde kullandığı metotları ilke edinen Türk sosyolojisi, merkezin ürettiği teorileri bir taşra refleksiyle üstlenmiş ve toplumumuz üzerinde uygulamaya tabi tutmuştur. Türk sosyolojisi, muhayyilesini oryantalist dil temelinde çevrelemektedir.

Toplumumuzun sorunlarını kendine has özellikleri ve şartları içerisinde ve yeni bir bakış açısıyla ele almak, tarihteki konumuna uygun olarak da dünyadaki gelişmeleri ve Batı’yı açıklamak, Türk sosyolojisinin bu görevleri arasında öncelikle yer almalıdır.

Türk sosyolojisi, yerlilik söylemi geliştirirken bile, sosyolojinin evrensel boyutunu da gözden kaçırmaktadır; sosyoloji, hem yerli bir bakış açısı geliştirerek topluma, tarihe ve özgün meselelere dayalı bir yöntem geliştirebilmeli, diğer taraftan da başka dünyaları, toplumları, meseleleri, tahayyülleri izleyerek evrensel bir bakışı yerleştirebilmelidir. Sosyolojimiz, self oryantalist sosyolojik dili nedeniyle bir gelenek üretemediği gibi bu geleneğin üretilememesinden kaynaklanan krizlerin, travmaların ve taklitçiliğin yol açtığı akıl tutulmaları; kavramların ve literatürün sosyolojimizde derin açmazlara ve kısır tartışmalara kapı aralamaktadır.

haber7.com/yazının devamı..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Yürekli Arşivi