İnsan nefsini hakir bildiği nisbette Rabbini âli bilir...
İnsan halifelik vasfını, âleme hükmetme özelliği, sırf insan olması nedeniyle verilmemiştir. Bu özellik insana Îlâhi ve Rabbanî bir güçle verilmiştir. Çünkü âlemde ancak Hakk?ın sıfatı hükmeder, başkası hükmedemez. Bu güç insanda sınamadır(ibtilâ), bir şereflilik değildir. Eğer bu güç ona bir şereflilik olarak verilseydi, o zaman bu güç ahirette de yani mutluluklar diyarında da kendisiyle birlikte kalırdı. Eğer bu bir şereflilik olsaydı, o zaman insana ??sakın heva ve hevesine tabi olma, tutkunun peşinden gitme; yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır.? (Sâd, 38/26) diye uyarıda bulunulmazdı.
İşte böylece insan ?heva?ya tabi olmaktan sakındırılmıştır, alıkonulmuştur. İnsanın bir şeyden alıkonulması (tahcîr), bir sınamadır. Şereflendirmek ise, bir serbestliktir(ıtlak). Hükmetmede (tahakküm)adalete ve zulme nisbet etmedi Allah. Ayrıca, Allah halifelik vasfını bu âlemde sadece Allah ehline vermiştir. Buna karşılık hükmetme gücünü ise, Allah bu âlemde mü?minler arasından hem saadete erdirdiği ?sa?id?lere, mutlulara, hem de mutsuzluğa sevk ettiği ?şaki?lere, mutsuzlara vermiştir. Bununla birlikte, Hak Teâlâ bize onları dinlememizi, onlara itaat etmemizi ve itaatin asla dışına çıkmamamızı emretmiştir. Ve ??eğer onlar zulmederlerse, bu sizin lehinize, onların ise aleyhinedir. ?demiştir. İşte bu bir sınama durumudur; bir şeref durumu değildir, çünkü halifelik makamında bulunan kimse hareketlerinde diama bir sakınma durumundadır, daima bir ihtiyat hâlindedir; her an gurura kapılmanın eşiğindedir. İşte, bu nedenledir ki, Kıyamet Günü bazı halifelere pişmanlık duygusu gelir.
Eğer insan, kendini tanımak üzere hakikat ilmiyle meşgul olmalı, kendisiyle âlem arasında fark görmemeli, insanlar ve cinlerin (sekaleyn) dışında kalan bütün âlemin Allah?a secde ettiğini görmeli, bütün âlemin Allah?ın belirlemiş olduğu bir tarzda Yaratıcıya ve Varediciye ibadet ve itaat etme durumunda olduğunu bilmeli, kendisinin de âlemle birlikte içinde birleşmiş olduğu hakikati talep etmeli, araştırıp, kendi hakikatinin sadece bir imkan, bir yoksulluk, bir zillet, bir aşağılık, bir ihtiyaç ve bir miskinlik olduğunu kavrayabilmelidir?
Sonra, Hak Teâlâ?nın bütün âlemi ebediyyen Kendisine secde etmeyle vasıflandırıldığını görerek, insanların tümünün değil de sadece birçoğunun Allah?a secde halinde olduğunu, ayrıca bütün âlemin Allah?a secde halinde olduğunu bilir, görür. Ve insan, üzerlerine azabın hak olduğu çoğu kimselerden olmaktan korkar?
Evet. İnsan bizzat âlemin Allah?a ibadet etme fıtratı üzere yaratıldığını gören, bilen bu insan; kendini irşad edecek ve Allah katındaki mutluluğa yaklaştıracak bir mürşide ihtiyaç duyar. Çünkü bu insan Allah?ın ?Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.? (Zariyat, 51/56) dediğini işitir. Bunun üzerine diğer bütün âlemin Allah?a ibadet ettiği gibi, bu insan da Allah?a muhtaç olduğunu anlayarak Allah?a ibadet eder?
Böylece, insan Allah?ın kendisi için bir takım sınırlar çizdiğini, kendisi için birtakım işler ve bazı durumlar belirtilerek Allah?ın emrettiği ?aslî? ve ?fer?i? ibadetleri yerine getirir. Sonra, insan Rabbinin emirlerini ve yasaklarını öğrenince, Allah Teâla?nın hakkını ifa edince ve kulluk görevini yerine getirince, kendi nefsini tanımış olur. Kendini tanıyan bir kimse ise, Rabbini de böylece tanımış olur. Rabbini tanıyan bir kimse ise, Rabbinin emrettiği bir şekilde Rabbına kulluk yapar?
Allah?ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak suretiyle ortaya çıkan iki tür kulluk görevi sadece insanlarda ve cinlerde (sekelân)bir araya gelmiştir. Çünkü melek olan ruhlarda, yasaklardan kaçınma diye bir kulluk şekli yoktur, onlar yalnızca kendilerine emredilen şeyleri yaparlar. Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: ?Allah?ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler ve emredildikleri şeyleri yaparlar.? (Talak, 65/6); ?Onlar gece ve gündüz Allah?ı tesbih ederler ve bundan hiç bıkmazlar, hiç usanmazlar.? (Enbiya, 21/20) Hiç kuşkusuz meleklerin neşetlerinin hakikatleri onlara bu niteliği vermektedir...
Yukarıda belirtiğimiz gibi, insan âlemin hakikatlerinin hülâsası olunca ve içermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanıyınca, tek başına bütün âlemin ibadetini kendinde toplamak gibi bir özellikle kaim olması gerekmektedir. Eğer bunu yapmazsa, o zaman içermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanımamış olur. İşte insan bunları bu şekilde müşahede ettiği zaman, Efendisinin, Rabbının kendisine emrettiği hiçbir emre karşı gelme gibi bir durumu olmaz: İbadetleri hakkıyla yerine getirir; O?nun çizdiği hudutlarda durur; kendisine gelen ve kendisinden çıkan söz ve fiillerde Hakk?ın emrine uyar. Dolayısıyla, insan bütün varlığıyla birlikte ?Sübhanallah!? dediği zaman, bu teşbih ile bütün âlemin söylediği şeyler ve yaptığı teşbihler o insanın benliğinin cevherine bir gergef gibi işlenir...
Bütün mutasavvifînin hassasiyetle üzerinde durdukları ve inceledikleri tek bir düstur varsa o da; ?men arefe nefsehû fekad arafe rabbehû? yani ?nefsini bilen rabbisini bilmiş olur? düsturudur. Birçok ehlullah muhtelif beyitleriyle ve yazılarıyla bu kelamın hakikatini belirtmeye çalışmışlardır.
İbn Arabî kelamı incelerken şöyle der:
??İnsan bütün varlığıyla birlikte ?Sübhanallah!? dediği zaman, böyle kimseye ?arı duru bir kimse? ve ?bütün âlemin dili? diye adlandırılır. Şöyle ki: Sözgelimi, âlemde herhangi bir şey Rabbine ibadet etmeyi tatil etse, yani farz-ı muhal böyle bir şey doğru olsa, o arif kul bu özelliğiyle o şeyin makamına geçer, boş bıraktığı yeri doldurur, açık bıraktığı yeri kapatır. Öyle bir şey tasavvur edilse, bu kul Allah tarafından o oranda ödüllendirilirdi; bu ödüllendirme ise, küçük birinin çok büyük bir ödülle ödüllendirilmesidir?
Derler ki; eğer insanlardan başka, bütün âlemin göz açıp kapayıncaya kadar da olsa bir an için Allah?a ibadet etmekten gafil olduğunu farz etsek, yukarıda söz ettiğimiz Allah?ı zikreden bu insan, o an için âlemin yerine geçer ve onun görevini yerine getirir; âlemin naipliğini yapar; âlemin boş bıraktığı yeri doldurur. Dolayısıyla da bütün âlemin ödülleneceği oranda ödüllendirilir. Gerçi âlemin bir an için bile olsa, Allah?a ibadetten gafil olacağı tasavvur edilemez. Çünkü gaflet ehli özellikle sadece cinler ve insanlar âlemidir(sekalân).? (İbn Arabî, el-Fütûhâtü?l-Mekkiyye, s.125)
Niyazî Mısrî de bir beytinde;
?men arefe nefsehû fekad arafe rabbehû? kelamını izah gayesiyle, ?sen nefsini bilmeden Sübhânı arzularsın?diyerek, rabbisini ancak nefsini bilenin bilebileceği sırrını duyurmuş, buna göre, bu âlemde nefsini bilmek en büyük devlettir. Bundan dolayı bir beytinde; ?nefsini bilen erermiş bir tükenmez devlete? demesi bu sırrı aydınlatır. Her ârifi billâh bunun üzerinde durmuş, bu hadisteki (aref)?den ders almadıkça hakikatin bulunamayacağını duyurmuştur.
Buna binaen bir ârif:
?Şonlar kim bilmedi nefsin
Araf?den almadı dersin
Değildir hakka ârifler
Özün bilmez yalan söyler?
sözüyle ?aref? den ders almayan, ehl-i irfanı bulamayanın özünü bilmediği, rabbimi bildim diyenin de yalan söylediği sırrını duyurmuştur.
İbn Arabî bu makamı:
??nefsini fenâsız, vücutsuz bildinse, Cenâb-ı Hakk?ı bilmiş olursun?? demiştir.
Yunus Emre de bu makamda:
?Yitirdim Yûsufu Ken?an ilinde / Yûsufum bulundu Ken?an bulunmaz? diyerek bu sırrı duyurur. Ken?an ili kesret, Yusuf vahdettir. Sevgilisini bulunca kesret zail olmuştur?diye söyler.
Demek ki, insan kendini bilmenin neler kazandırabileceğini iyi bilmeli!..
İşte, insan kendi kendine kâinatın hakikatlerinden hangilerinin üzerinde bulunduğuna iyi bakmalı?
Mehmet Yürekli, adanapost
24.12.12, Adana.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.