Sanata psikolojik ve sosyolojik yaklaşım
1970’li yılların ikinci yarısında, 12 Eylül darbesine varacak süreçte edebiyatsever ve şiirle uğraşan bir genç olarak başımı kaldırıp baktığımda, sanata dönük iki yaklaşımı tespit etmiştim: Bireyci ve toplumcu yaklaşımlar.
Bakanın baktığı yerden gördüğüne göre sanatçı, alımlayıcı ve sanat eserini tanımlama çalışmalarında belirgin hale gelen sözkonusu iki yaklaşımın psikolojik ve sosyolojik bakımdan değerlendirmeler olduğu hemen fark edilebiliyordu.
Sanatsal yaşantılar, kurumsal bir çeperin içinde işlemekteydi. Üstelik sanat etkinliği, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlara cevap vermekteydi.
*****
Bireyci yaklaşımlar, sanatçıdan kalkış yaparak genellikle psikanalitik ve estetik temelli açıklamalar içermekteydi
Sanatçıya nevrotik bir kimlik yüklemekteydiler. Freudien yaklaşımda sanatçı, Müslümanların ‘nefis’ dediği insan türünde evrensel olarak bulunan dürtülerle, bir başka tanımla iç uyaranlarla başa çıkmaya çalışan bir bireydi. Bu nedenle sanat, kişiyi dengeye kavuşturan bir uğraşıydı; başa edilemeyen iç dürtüler, kişinin başına püsküllü bela olmaktaydı..
Psikanalizciler bana ‘Şair ol kurtul!’ diyorlardı sadece. Sanat, insanı medenileştirir ama bu yaklaşıma göre sanat ‘küfür edip rahatlamak’ gibi bir olgudur.
Bununla birlikte psikologlar, sanatsal özelliklerin biricik ve eşsiz olduğunu düşünmüyorlardı; yetenek doğuştan gelse dahi sanatçı ve eser, içinde bulunulan süreçlerin etkisini de taşımaktaydı.
Sanatçıların büyük bir bölümü, dâhilik derecesinde yenilikçi çalışmaların uzağındadır; rutin bir üretim sürecinin icracılarıdır. Bu haliyle sanatçının, üretim sürecinin herhangi bir noktasında rol alan bir işçiden farklı bir pozisyonu işgal etmediği de ortadadır.
Zamanla psikolojik paradigmanın özüne kavradım: Sanatçı, Allah vergisi bir yetenekle dünyaya geliyordu ama sadece çalışıp o yeteneği geliştirebilirse, ustalığa, ilhama ve özgünlüğe ulaşabilirdi.
Medeniyet bir iklimdi, yetenek denilen tohumun ağaç olup meyveye/esere durabilmesi ya da çürüyüp gitmesi ona bağlıydı.
*****
Sosyolojik yaklaşım, sanat ve sanatçı konusunda, anlayışı ne olursa olsun sanatçının toplumsal ilişkilerden doğduğunu ve ancak toplumla karşılıklı bir ilişkide, etkileşimde olduğu göz önüne alınırsa hakkıyla anlaşılabileceğini ileri sürmekteydi.
Sanat eğer tekil, bağlantısız ve tüm etkileşimlerin ötesinde aşkın bir alan olsaydı, sosyolojik dilin içinden onun hakkında konuşulamazdı.
Sosyolojik bakımdan sanat, kendi başına bir inceleme kategorisi olamazdı. Sanat olgusunu anlamak için önce ‘toplumsal bir inşa’ olduğunu kabul etmek gerekiyordu.
Ulus devlet ve onun ruhu olan ulusculuk, etnoseküler bir yaklaşımla sanatı sermayenin ve politikanın emrine veriyordu. Ulusalcı sanat, kandaşlık ve kalıtsallıkla temellendirdiği sanatla bir etnik sınıfa ayrıcalık, üstünlük ve yücelik kazandırmaya çalışırken baskı ve sömürüyü meşrulaştırıyordu..
Aslında temel bir mesele şudur: Kurumlar daima diğer kurumlarla bağlantılı olarak işler. Hiçbir toplumsal kurum diğerinden izole ve azade olarak işleyemez. Bağlantılar ve bağlamlar vardır, temaslar ve geçişler söz konusudur. Sanat kurumu da, belirli etkileşimler içinde kendini ortaya koyar.
Sosyologları ise özellikle 1950 ve 60’larda doğa bilimlerinde de görülebileceği gibi pozitivist yaklaşımın etkisinde sanata yaklaşılmıştı. Dolayısıyla sosyolojinin diğer konular gibi sanata bakışında da bilimin her türlü olaya uygulanabilecek evrensel bir yaklaşım olduğu fikri ağır basmıştı. Sonraki yıllarda ortaya çıkan bilimsel yaklaşım ise, yorumlayıcı ve yorumbilgisel çözümlemelerin merkeze alındığı pozitivist karşıtı yaklaşımlar oldu. Bunlar, “toplumsal dünyayı, doğal dünyanın bir uzantısı olarak görmek yerine, yine seküler yaklaşımla kültürel ürünlerin sembolik anlamını aydınlatmaya ve izah etmeye odaklandılar”.
Sanata sosyolojik yaklaşım içinde yer alan sosyalist sanat anlayışı, sanatı sıradan bir emek, sanatçılığı da işçi rolüne indirgiyor; her hangi bir çalışan konumuna yerleştirdiği sanatçıyı kolektif bir üretim sürecinin ortağı olarak kabul ederek estetikçilerin yücelttikleri sanat ve sanatçı anlayışını bayağılığa indirgeyerek ve sanatçının taşıdığı kişisel özellikleri yok sayarak sanat eserini ürün ve nesne haline getiriyordu.
Sosyalist sanat yaklaşımı ‘Şair ol, Marksist propagandaya katıl!’ diyordu açıkça. Sanat alanında kaba düşen bu yaklaşımı kabul edilebilir hale getirmek için toplumcu gerçekçi sanat anlayışı devreye sokuldu..
Sanat konusunda çalışan sosyologlar, üretim sürecinde üretici pozisyonda görev alanların rolünü ortaya koymakta başarılıyken, sıra dışı büyük sanatçıların durumlarının açıklanması o kadar da kolay olmamaktaydı.
*****
İnsan, fiziko sosyal bir varlıktı. Bu yüzden ben sosyal psikoljik yaklaşıma yöneldim.
Sosyal psikologlar açısından sanatçı doğuştan kabiliyete sahipti ama öğrenme, problem çözme, planlama yapma ve yönetim işiyle uğraşan bir entelektüeldi aynı zamanda.
Psikologlar, sanatsal yeteneğin ortaya çıkış sürecini bireyin yetenek ya da zeka, güdü ya da itki veya kişisel deneyimden gelen tepkiler gibi özelliklerinin bir yansıması olarak açıklamaya çalışmaktadır..
Sosyologlar genellikle yeteneği verili kabul etmekte, kültürel üretimi çevreleyen kurumsal destekler ile kısıtlamalara odaklanmaktadır. Kültüre birer katılımcı olan sanatçıları daha çok birer oyuncu olarak görmektedir.
Toplumsal rol, bazen sabit, nesneleşmiş bir konum olarak ele alınır, kimi zaman da inşa sürecinde kabul edilir. Diğer toplumsal roller gibi sanatçının toplumsal rolü de bu rolleri oynayanların mikro stratejileriyle etkileşim halindeki makro tarihsel süreçler aracılığıyla ortaya çıkar.
Sanatçılar eserlerini ortaya koyarken; seslerinde bazen sosyolojik tınılar olsa da, esasen sanat eserinin nasıl bir toplumsallıklar ağı içinde tezahür ettiği durumu, genel kavrayışlarının dışında kalmaktaydı.
Sosyal psikolojinin sanatçı, sanat eseri ve alımlayıcıya yaklaşımı, sanatın psikoloji ve sosyoloji ile ilişkisini kurup bu konuda yapılmış çalışmaları da değerlendirerek zihin açıcı bir içerik sunmaktadır.
*****
Sosyal bilimler, görülüyor ki sanatla ilişkilenen diğer bilimlerin aksine, sanatın zaman, mekan açısından bir bağlama yerleştirilmesini önemsemişlerdir. Sanatın kurumsal yapılar, mesleki eğitim, toplumsal yapı ile ilişkilerini irdeleme eğilimindedir üstelik.
Sosyal bilimlerin içerisinde yer alan sosyoloji, sanatın, sanatçının ve hatta sanat eserinin siyasi kurumlar, ideolojiler ve benzeri sanat dışı alanlarla bağları üzerine yoğunlaşmıştır. Çünkü sosyologlar, sanat eserinin üretimini pek çok toplumsal kurumun dahil olduğu ve tarihsel olarak gözlenebildiği bir anın ürünü olarak görmektedirler. Bu nedenle de sosyologlar için sanatın, sınırları belirgin çok keskin bir tanımı yoktur. Ve de ilişkiler ağı içerisinde bir sürecin sonucu ortaya çıkan sanat eserinin üreticisi, yani sanatçı, önemli bir problem olarak durmaktadır.
Sanat bir uçta finansa/politikaya, diğer karşı uçta emeğe/ ideallere / yaşam biçimine evriliyor.
Dolayısıyla günümüzde gelişen sanat sosyolojisinin en maddeci bölgesi, sanatın bir gayri maddi emek kategorisi olarak incelenmesi. Sanatın, ontolojik anlamda farklı ve zıt olduğu toplumsal emekle, toplumsal üretimle, endüstriyle birleşmesi.
Gerçekten tüm bu toplumsal ağların içinde sanatçının yerinin tam olarak neresi olduğu bir hayli tartışmalı bir durumdur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.