Mustafa Yürekli

Mustafa Yürekli

Şiiri yalan ve zorbalığa boyun eğiş zayıflatıyor



Mustafa Yürekli, Temmuz 2005?te, Eyüp Kültür Merkezi?nde, ?Sanatçının Sosyal ve Tarihi Rolü? konulu Eyüpsultan Sohbeti?nin notlarını paylaşıyor: Şairin, Kıbrıs Harekatı, Körfez Savaşı ve Gölcük Depremi?ndeki güçle imtihanını anlattı.



20 Temmuz 1974 sabahı, ordumuz, saat 6:05'ten itibaren, Kıbrıs'ta, havadan indirme ve denizden çıkarmaya başladı. Harekatın başladığı, sabah, radyodan duyuruldu ve vakit ilerleyince gazeteler de geldi.. Acıyla ayağa kalkan ve gözyaşlarıyla dualara sarılan milletimiz, ordumuzun vazifesini zaferle sonuçlandırması için heyecanlı bir bekleyişe geçmişti. Türkiye, nefesini tutmuş, basından, radyodan ve televizyondan Kıbrıs harekatını adım adım izliyordu..

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta başlattığı askerî harekat günlerinde, babası orduda yedek subay asteğmen olarak vatani görevini yapan, her an harekata katılan birliklerden biriyle cepheye gidebilecek olan, Adana'da yaşayan bir çocuktum.. İlkokulu bitirmiş, o yaz ortaokula kayıt yaptıracaktım. Bir yandan vatanseverlikle ordumuza zafer lütfetmesi için Allah'a yakarıyordum, bir yandan cihat ruhuyla asker babamın şehit olması ihtimaline kendimi hazırlıyordum ve bir yandan da Adana'nın bombalanmasında canımı, belki ailemi kaybetme olasılığını içime sindirmeye çalışıyordum..

Çocukluğumda tanıklık ettiğim ve bende derin izler bırakan Kıbrıs harekatında, ilk defa "Ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağız?" korkusuyla karşılaştık. Bombalanma korkusu kadar bir toplumu, bir insanı aşağılatan başka bir korku yoktur. Düşünebiliyor musunuz, şehrin bombalanması ihtimaliyle herkes çok endişeli, toplumun her kesiminde sivil savunma tedbirleri konuşuluyor harıl harıl, geceleri karartma yapılıyor, sirenler çalıyor, yer altı sığınaklarına kendini atabilenlere ne mutlu, sığınaklarda yer bulamayanlar şehri terk edip bombalanma riski az olan köylere, ilçelere ve şehirlere canlarını atıp ailelerini emniyete almaya çalışıyorlar. Dedemin, babaannemin, amcalarımın, ailedeki tüm büyüklerin ağlayarak namaz kıldıklarını görüyordum. Bombalanma korkusu, büyükleri ezip geçiyor, olup bitenleri kavramaktan bile aciz çocukları ağlatıyordu.. Şehirde sirenler çalınca, çok derin ve karanlık bir zillete, canlarını atmaya çalışıyor insanlar.

Yıllar sonra, bugünden Kıbrıs Harekatı'na baktığımda, millet iradesinin harekete geçtiğini, orada Müslüman kanının akmasının durdurulduğunu ve milletimizin doğu Akdeniz'deki hükümranlık haklarının korunduğunu görüyorum.. Milli Mücadele'yi alacaksın, Sakarya Savaşı'nı ve Dumlupınar Savaşı'nı alacaksın, getirip üzerlerine Kıbrıs Harekatı'nı koyacaksın; bu yapılınca görülecektir ki 'Vatan, millet ve devlet nedir?' sorusuna, dilimize pelesenk olan cevapları vermek, asla doğru düşmemektedir.. Vatanı vatan, milleti millet yapan, devletin temelindeki kitaptır, Kur'an-ı Kerim'dir. Milli irade, kendi öz medeniyetiyle devletini kurup koruyor ve dostunu düşmanını ayırabiliyor.. Milli iradenin ram olduğu Kur'an medeniyetinde can, mal, nesil, akıl ve din kutsaldır, koruma altındadır.

16-17 Ocak 1991, gece yarısı, Irak'a karşı, ABD öncülüğünde girişilen Çöl Fırtınası adı verilen, Körfez Savaşı olarak bildiğimiz bir savaş, geniş çaplı hava akımıyla başladı. Savaş boyunca, kesilmeden süren hava bombardımanı, izleyen birkaç hafta içinde Irak'ın komuta ve iletişim altyapısını, elektrik üretim kapasitesini, havaalanlarını ve hava savunma sistemini, kimyasal silah ve nükleer araştırma tesislerini büyük ölçüde yok etti. Irak bombalanırken, Bağdat bombalanırken, Adana'da ahali endişeliydi.. ABD uçakları, İncirlik üstünden kalkıyor, komşumuz olan, halkıyla kardeş olduğumuz, Müslüman bir ülkeyi bombalayıp geliyordu. Sadece bombardımana gidip gelen uçakların sesi bile şehri korkutmaya yetiyordu.. Medya, adeta canlı yayın yapıyordu. Dizi film seyreder gibi Irak'ın bombalanışını izledik. Saddam Hüseyin ABD'ye misilleme yapmak için Adana'daki İncirlik üstünü bombalayabilirdi..

Otuz yaşında, evli ve bir çocuk babası olarak tanıklık ettiğim Körfez Savaşı'nda da "Ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağız?" korkusu yaşadık. Ev İstanbul'daydı ama tam o günlerde eşim ve kızımı alıp Adana'ya aileyi ziyarete gitmişim. Babamın, annemin korkusunu görmek, yakınlarının korkuyla koşuşturmalarını aciz bir şekilde seyretmek genç bir adam için apaçık aşağılanmaktı. Üstelik eşinin ve kızının yanında korkmak vardı işin içinde, onları güvenli bir yere götürmek için çırpınış.. Şehri terk edip merkeze bağlı köylerden birine gitmiştik. Ölüm korkusuyla savrulduğum büyük bir zilletti, "Ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağız?" sorusuyla dışa vurduğumuz.

Körfez Savaşı'nın aksine, Kıbrıs Harekatı'nda düzenli, adı konulmuş bir savaştan geçtik.. Hangisinde daha çok endişe duyduk diye soruyorum, düzenli bir savaş sürecini yaşarken daha mı az tedirgin olduk diye düşünüyorum şimdi. İnsanların öldürüldüğü o vahşi savaş ortamında, ölen de, öldüren de insanlık haysiyetinin en alt mertebelerine indiriliyor. Şimdi de Körfez Savaşı'na bakıyorum bugünden, kasabın derdinin ne olduğunu da, kurbanın derdinin ne olduğunu da görüyorum.. Cellatlıkla alçalış da, kurban oluşla alçalış da gözler önüne serilmiyor mu? Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kurulan bu devletler oyununa bir koyup üç almayı deneyecekti, kumar yüzünden canından olmadı mı? Milli irade, ülkemizin sağduyusu, ne cellatlıktan yanaydı ne de kurbanlıktan yana, şimdilik bu tespiti yapmakla yetineceğim.. Çünkü onur, kasaplıktan ve kurbanlıktan uzak durmaktadır..

Her şeyin kitleselleştiği bir dünyada, ne kadar üzücü ki ölümler de kitlesel olarak geliyor artık. Orada, devletle oyununun hızlandığı ve kıyımların başladığı o yerde, artık bireylerin hesabı dikkate alınmaz oluyor. Oysa her bir insan, varlıkların en onurlusuydu ve mükemmel bir yapıya sahipti, dolayısıyla içinde yaşadığı kişisel dünya, başka hiçbir dünyayla, başka hiçbir galaksiyle ölçülemeyecek kertede büyük bir değer ifade etmektedir.

Yakınlarınızdan birinin öldüğünü düşünün bir.. Ölen herkesin bir ailesi vardır, bir ana babadan dünyaya gelmiştir, kardeşleri, eşi ve çocukları vardır.. Ölen kişi, bir umuttur, üzerinde ne kadar büyük emek vardır. Annesine, abasına soracaksın, ölen kişinin nasıl emeklemeye başladığını, nasıl yürümeye, yürümeye başladığını ve okul çağına gelmesini..Ölen kişiyi büyütmek, okutmak, hayata hazırlamak kolay mı olmuştur? İnsanın bir meslek sahibi olması, elinin etmek tutması, kendine yeter bir kişi haline gelmesi basit bir iş midir? Herkes çocuğunun mürüvveti görmek için verir o kadar emeği, dolayısıyla evlenmesi, kendi çoluk çocuğuna sahip olması süreci.. Ölen kişinin son nefesine kadar geçtiği aşamalar, büyük küçük, iyi kötü, tüm yaşadıkları tek tek sayılarak sonsuza dek götürülebilir.

17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03:02'de gerçekleşen, Kocaeli/Gölcük merkezli, Mw ölçeğine göre 7,5 büyüklüğünde gerçekleşen deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden olmuştu. Tarihe '1999 Gölcük Depremi' olarak geçen bu olay, tüm Marmara Bölgesi'nde, Ankara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedilmişti.

Resmi raporlara göre, 17.480 ölüm, 23.781 yaralı oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 konut, 42.902 işyeri hasar gördü. Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100 bine yakın yaralı olmuştu. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600 bin kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmişti. İstatistiksel olarak bakıldığında, ölenler yalnızca bir sayıdan ibarettir.

Erich Maria Remarque, 'Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' romanında, şu mesajı verir: Ölüm, kitlesel değilse, yok sayılmaya başlanır.. Savaşın sonunda, cepheden cephe gerisine gönderilen "Garp cephesinde yeni bir şey yok!" mesajında somutlaşır romanın sözkonusu mesajı. Oysa sayfalar boyunca serüvenini okuduğumuz kahramanımız, bir kör kurşuna hedef olup hayatını yitirmiştir. Her bir insan, Allah'ın şaheseridir ve çok değerlidir, dokunulmaz kılınmıştır. İnsan hayatının değerini şu dünyada ölçebilecek herhangi bir kriteri yoktur.

Hangi adalet terazisi, bir insanın ölümünü başka insanlar nezdinde haklı kılabilir? Bunun ölçüsünü elinde tutabilen var mıdır yeryüzünde? Türkiye'nin yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biri olarak 1999 Gölcük Depremi, gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse yol açtığı maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir. Depremin bu kadar çok can kaybına yol açmasının sebebi olarak kaçak yapılar, standartlara uygun olmayan binalar ve daha ucuza mal etmek için malzemeden çalan müteahhitler gösterilmekteydi. Bütün bunlar medyada yazılıp çizildi, televizyon ekranlarında günlerce konuşuldu.. Depremden sonra tüm Türkiye'de geçerli olmak üzere deprem yönetmeliği çıkarıldı, zorunlu deprem sigortası gibi birtakım düzenlemeler getirildi. Yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine yaklaşık 2100 dava açıldı. Bu davalardan 1800'ü hukuki boşluklardan dolayı cezasız sonuçlandı. Geriye kalan 300 davanın 110 kadarında ceza verilse de çoğu ertelendi. Bunun dışında kalan davalar ise 16 Şubat 2007 tarihinde 7.5 yıllık zaman aşımı süreleri dolduğu için, zaman aşımına uğradı ve düştü. Burada, Albert Camus'nun "Kimsenin kimseyi öldürmemesini istemek tam anlamıyla bir ütopyadır, salt ütopyadır. Ama adam öldürmenin haklı görülmemesini istemek ütopya olarak çok daha hafiftir." sözüne bir kere daha hak veriyorum. Kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya tahayyül etmek elbette aptalcadır; ancak nedeni ne olursa olsun öldürmeyi haklı görmek, en hafif tabirle katilleri cezalandırmamak ise şüphesiz zalimcedir.

Öldürmenin haklı sayılabildiği ve haklı görüldüğü bir dünyada yaşıyoruz.. Güçlü olanların kasaplıkları üstünlük görülebiliyor ve işledikleri cinayetler yanlarına kar kalabiliyor.. silah sanayinin işleyişi, mafyaların faaliyetleri, terör örgütlerinin etkinlikleri, küçük devletlerin horoz dövüşü karşılaşmalarında gösterdikleri vahşet.. Dolayısıyla öldürmeler karşılıklı olarak sürüp gidiyor. Öyle de oluyor. Yalnız bu ülkede değil, dünyanın her yerinde bu zalimce katliamın önü alınamıyor. Bir kez öldürmeyi haklı görmeye başladığın anda, her öldürme, bir öncekini kendine dayanak saymaya başlıyor. Gene Camus'nün metaforunu ödünç alarak konuşursak, 'cellât' ve 'kurban' olmayı reddettiğimiz takdirde, bir uzlaşma zemini kurmamız beklenebilir. Değilse zincirleme ölümler baş aşağı yuvarlanıp gider.

Sanatçının sosyal ve tarihsel konumuna gelmek için sarf ettim bunca sözü.. Sanatçı, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez, tersine ona katlananların yanındadır.. Yoksa, şair olarak tek başıma kalırım ve şiir sanatının uzağına düşerim. Zorbalık, ne kadar büyük devletten gelirse gelsin, ne kadar kalabalık bir kitlenin eylemi olursa olsun, milyonlarca adamıyla birlikte şairi yalnızlığından ayıramaz.. Şair, zorbalık paydasında buluştuklarına ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta asıl o zaman iyice yalnızlaşır. Fakat dünyanın öbür ucunda haksızlığa uğramış, hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi, sanatçıyı, şairi, yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter; hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi, unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça..

Sanat, benim için tek başına tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar v e sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri, imgeleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar.. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler, kısa bir zaman sonra anlarlar ki sanatlarını ve başkalıklarını ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak, yaradılışı savunarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelmeyle yoğurur: Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar, hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da Nietzsche'nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, emeğin, 'yaratıcı'nın başa geçeceği bir dünya olacaktır..

Hiçbir sanatçı, böylesine büyük bir sorumluluğun, böylesine zor bir işin adamı değildir. İster bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, sanatçı, kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir.. Bu da yazarın, elinden geldiğince, sanatını büyüten şu iki görevi, gerçeği ve özgürlüğü yüklenmesiyle olur. Sanatçının işi, en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşmaz. Çünkü yalan da, kölelik de bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar.

Her birimizin sakatlığı ne olursa olsun, soylu şiir sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak.

Mustafa Yürekli - Haber 7

mustafayurekli@gmail.com

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.